7 Aralık 2009 Pazartesi

KÜFECİ ÇOCUK

Çocuk, sırtındaki boş küfesi olduğu halde yanıma usulca yaklaştığında ona başımla istemem işaretini yaptım; o anda pazarcıyla konuşmam bitmiş, parasını ödemiş, aldığım birkaç torba sebzeyi yere, ayaklarımın dibine koyuyordum. Bunlar olurken, çocuk daha da yaklaştı, ince ve cılız bir sesle sordu,
— Taşıyayım mı abla?
Bunu söylerken, hafifçe omzuma dokundu; onun ısrarına sinirlendim, yüzüne bakıp, biraz tersçe cevap verdim.
— İstemem dedim ya!
Gözlerinde umut söndü. Sırtındaki omuz askıları kirli ve soluktu, on dört - on beş yaşlarında olmalıydı; o mu çok zayıftı, küfe mi çok büyüktü önce anlayamadım; sonra sonra düşünüyorum da, bir anlık bakışımla, bu kadar ayrıntıyı nasıl da görmüştüm. Cevabım, gözlerindeki umudu söndürmüştü. Ona niye baktım? Elbette üç torba için küfe mi taşıtacaktım? Çocuk yenik, çocuk neşesiz ve bıkkın, yanımdan ayrıldı.
Pazarcıdan paramın üstünü ve ayaklarımın dibine bıraktığım torbalarımı eğilip yerden aldım. Hava çok güzeldi, açık ve güneşliydi, laf olsun diye pazara gelecek ne vardı sanki? Ağır ağır yürümeye başladım, içim sıkılıyordu, pazarcılar sanki beynimde bağırıyorlardı. Çocuk ince uzun, sarı benizli ve yorgundu, yine de bana sorarken gözleri umut doluydu; usulcacık çekingen dokunuşu, “ Taşıyayım mı abla” deyişi, “Yok istemem” deyince çöken sıska omuzları, yere inen göz kapakları…
Sokağın başına kadar yürümüşüm; sahi ben niye pazara gelmiştim? Sözde, önce tülbentçilere gidecektim, şu çok ilerideki tezgâhlara, iki tane oyalı, dallı güllü yazma almak için. Yazlıktaki evimizin, duvar nişlerine yayıp, Avanos’tan aldığım toprak testi ve kandillerin, daha da güzel durmaları için. İki oyalı yazma! Benim bildiğim, pazardan sebze ve meyveler, en son alınır ama ben bunu hep yapıyorum; baştan alınacak hafif şeyler dururken, gidip hemen sebzelere dadanıyorum, sanki kaçacaklar!
Durgunlaşmış, düşünceli bir halde yürürken sıkıntıyla ve merakla etrafıma bakınıyordum. İçimden de kendi kendime konuşuyordum;
Acaba küfeci çocuğa rastlar mıyım? Eğer rastlarsam kesin kararlıyım, üç torba da olsa o kocaman küfenin içine atacağım; bana mı kaldı, çocuk gözlerdeki umudu söndürmek?!
Böyle kendi kendime kızıp, içim ezik yürürken, onu gördüm; sebze tezgâhlarının arkasındaki akasya ağacının dibine, kaldırım kenarına oturmuş, boş küfesini de yanına bırakmıştı; diğer yanında ise, kendisinden birkaç yaş büyükçe bir delikanlı oturuyordu ve birbirlerine çok benzedikleri için, onları görür görmez kardeş olduklarını anlamıştım. İkisi de, oturdukları kaldırımda, yere yaydıkları bir gazete parçasının üzerindeki domates ve ekmekten oluşan yemeklerini yiyorlardı. Küfeci çocuk, ağabeyi olduğunu tahmin ettiğim gencin, bir eline ekmek parçasını, diğer eline de domatesi tutturdu; biraz daha dikkatli baktığımda, gencin kör olduğunu gördüm ve bunu anlar anlamaz göğsüm sıkıştı, adeta nefesim daraldı. Aceleyle çantamdan su şişesini çıkarıp dibinde kalan birkaç yudum suyu içtim. Tekrar onlara baktığımda, küfeci çocuğun yerinde olmadığını gördüm, etrafta da görünmüyordu. Kör olan gencin yanına gidip, artık boşalmış olan avucuna yüklüce bir para bıraktım; önce biraz ürktü ama onunla biraz konuşup sohbet edince rahatladı; hatta gördüğüm kadarıyla yüzüne bayağı bir mutluluk tebessümü oturdu. Ben ondan uzaklaşırken, onun arkamdan ettiği dualarını duyuyordum. Yine dalgın, bezgin ve amaçsız, pazar sokağının sonuna doğru yürürken onu, küfeci çocuğu gördüm; yanındaki genç kadın, elindeki karnabaharı, tepeleme dolu olan küfenin en üstüne oturttu; çocuk, hem kendi dengesini, hem de yükünün dengesini ayarlayarak doğruldu. Dizleri bükük, sırtı öne doğru eğik yürüyordu; yine de, yüzünde az önce de ağabeyinde gördüğüm gibi mutluluk tebessümü vardı. Mutlu olabilmek için ne kadar çok şeye sahipken, çoğu kez nasıl da sahip olduklarımızın farkına bile varmayız!

Çocuk, sanki son yükünü de almıştı ve küfenin askıları, sıska omuzlarına gömülmüştü. Genç kadın, hala tezgâhlara bakarak, çocuğun önü sıra yürüyordu, hiç acelesi yoktu. Çocuk yanımdan geçti, ona baktım, gözlerinde umut vardı…

1 Ekim 2009 Perşembe

BİR TARLABAŞI AĞIDI

Merhaba arkadaşlar,

Size, -SEVGİ DÜŞLERİ - adlı yeni romanımın konusunun geçtiği yer; daha doğrusu konunun doğduğu yer hakkında yazmak istedim.
Bu son romanımın konusu İstanbul’un Tarlabaşı semtinde geçiyor. Ben 50 küsur senedir İstanbul’da yaşadığım için şimdiye kadar yazdığım yazılarımda, roman veya öykülerimde konularım hep İstanbul semtlerinde geçer. İster istemez İstanbul ağırlıklı olur demeyeceğim; çünkü özellikle severek ve isteyerek yazı konularımı bu semtlerden seçip yazıyorum. İstanbul severlerin de tabii ki tercih ettikleri, kendilerini etkileyen semtleri vardır; örneğin Üsküdar, Adalar, Aksaray, Laleli, Beykoz, Sarıyer, Kalamış, Moda vs. vs. vs…Onlarca İstanbul semti. Benim tercihlerim de işte anıları sanki hücrelerime işlemiş yerlerden biri olan Beyoğlu tarafları. Klasik nostalji anlatımımda da kendimin ve yaşıtlarımın da bildiği gibi size aynı şeyleri anlatacağım. Genç kızlığımda Beyoğlu semti bir ayrıcalıktı İstanbullular için. En şık kıyafetlerimizle, Beyoğlu’nda sinemaya veya tiyatroya gitmek, o zamanın ünlü pastanelerine gitmek bir ayrıcalıktı. Ünlü Çiçek pasajı, Aynalı pasaj, Balık pazarı ve daha nice güzellikleri yaşardık o zamanın Beyoğlu’sunda. Sıraselviler, Taksim parkı, Galatasaray, Tünel; yani, bir uçtan bir uca Beyoğlu…Yan semtti sanki benim için hep Tarlabaşı…Tarlabaşı ve Beyoğlu’nun ara sokakları, arka sokakları. Çok detaylarla dolu. Çok ikircikli detaylarla dolu…Zorlu hayatların sürdürülmeye çalışıldığı arka sokaklar… Nadir de olsa vardır elbet müstesna durumlar; her şeyde olduğu gibi.

İyi ki o zamanın İstanbul’unu yaşamışım diyorum kendime hep ve işte yazılarımda bu çok sevdiğim, bende en güzel anıları bırakan, bu günkü durumuyla ise hiç alakası olmayan bu semtleri yazmadan edemiyorum yazılarımda. Oysa bu yaşıma kadar içinde yaşadığım ne çok İstanbul semtleri olmuştur, ne çok başka başka şehirler gelip geçici ve o şehirlerin başka başka semtleri… Ama işte o başka başka semtler çok da yer etmemiş demek ki ben de; ya da hafif kalmış, içime işlememiş, baskın çıkmamış.

SEVGİ DÜŞLERİ adlı son romanım Tarlabaşı’nda geçiyor. Konunun doğduğu ev Tarlabaşı’nda…Onlarca sayfayı yazarken, en başından beri hayalimde o semtteki bir ev tarifi var. Dışı sarı badanalı, penceresi demir parmaklıklı çok eski bir bina. Pencere perdesi yıllar boyu hiç yıkanmamış; lime lime. Romanımı yazmam bittiğinde kararlıyım; kitabımın kapak resmi hayalimde ki bu evin fotoğrafı olmalı! İlla da bu evin resmi olmalı! Kesin!... Bu isteğimi Editörlerimle görüşüyorum fikirlerini alıyorum ve onlarda onaylıyorlar. Bir de şu var tabii ki; öyle veya böyle tanıtım dergilerindeki, kitaplarındaki bir başkasının çektiği Tarlabaşı fotoğraflarını kullanamıyorum kitap kapağıma, yasak; cesası var! E zaten benim istediğim ev fotoğrafı da yok bilgisayarımdaki görüntülerde; çok da kaale almıyorum; hatta hiç aldırmıyorum. Ben o evin fotoğrafını kendim çekmek istiyorum.

Tamam, karar verdim; kendim gidip, arayıp bulacağım o evi! Karar verdim de bir de bana sorun! Daha o gece bende uyku falan hak getire. Heyecanım ve sabırsızlığım son haddinde; iyi de, nereden bulayım ben şimdi bu evi. Eşime bahsediyorum Beyoğlu’na gideceğimden; dolayısıyla Tarlabaşı’na gidip o evi arayacağımdan. Çocuk gibi tembihlere alıyor beni. Annem de öyle. Ya ben nolcam ki?!.Altmış yaşını aşmış marazlı bi kocakarı. Töbe töbe! Hiç vakit kaybetmeden düşüyorum yola. Bi kot, bi gömlek, paralar iç cepte, omuza bi torba çanta, içinde fotoğraf makinesi… Göztepe’de oturuyoruz ya; önce Kadıköy yaptım bi dolmuş minibüsle. Sonra bi vapur Karaköy’e, sonra da Tünel…Hayat çooook güzel! Özgürlük çok güzel! Yani o an öyle tabii ki bana. E yazmışım bi roman, son sayfayı da bitirip altına ismimi çakmışım en son. Kolay mı? Aylarca göz nuru, yazarken bi de sık sık gözyaşı bende. Nihayet bitirmişim işte. Of ki of! Deve atmışım omzumdan aşağı sanki; öyle bi rahatlama işte. Yolda bunu düşünüp hep mutlu mutlu tebessümlerde yüzüm; sırıtık bunaklar gibi…
Yürürken Tünel’den Galatasaray’a doğru nostalji hatırlayışlarıyla, sonunda giriyorum en yakın sokağından içeriye Tarlabaşı’na. Yol boyunca hemen her sokak içi sokak kafeleriyle, restoranlarıyla dolmuş. Turistler biralarını içip, yemeklerini yiyorlar. Daha içerlere yürüdükçe kafelerin yerini izbe mekanlar alıyor. Kandırmacalı. Dışı seni, içi beni yakar misali. Henüz yıkılmaya başlanmamış virane eski yapıların dış badanaları yapılmış, pencere pervazlarıyla, dış kapıları da boyanınca sözde binalar kurtarılmış…Bir de hemen hepsinin üzerinde ne olduklarını belirten bir tabela. Gece kulübü, bar, birahane vs…izbe görünümlerindeki çağrışımlarında gençlere tuzak havası olan, tuzak kokulu yerler. Küçük eski evlerin alt katlarında hiç güneş yüzü görmemiş zeminlerde ki kulüp ve barlar. Elimde olmadan sözde belli etmeden göz ucuyla bakıp geçiyorum önlerinden. Esmer, saten yelekli, beyaz gömlekli, siyah pantolonlu komi genç de yerleri süpürmeyi bırakıp bana bakıyor ve eminim turist olduğumu düşünüyor bir an; o bana bakarken ben de Barın zemine açılan kapı arkasındaki zifiri karanlığa bakıyorum ve keskin rutubet kokusunu iki metre öteden de olsa duyuyorum. Tabela yok ama duvarda KAFE_- BAR yazıyor. Sahipsiz gençleri düşünüyorum, ya da sahipsiz olmayı yeğleyen…Dibine ağu dökülmüş genç fidanları, filizleri düşünüyorum. Güne başladığım anlarımdaki özgürlük mutluluğum eriyip yok oluyor…
Daha aşağılara ilerledikçe binalar da artık içlerinde hiç oturulmaması gereken viraneler olarak ortaya çıkıyor karşıma. Tarlabaşı’nın belediyelerce yıkım kararlarının alındığı zamandan bu yana hala içlerinde sürdürülen yaşamların, viranelerin olduğu sokaklara düşüyor yolum. Aileler oturuyor buralarda, sokaklarda iri kara gözlü çocuklar oynuyor. Çoktan yıkılması gereken, içinde yaşanması artık mümkün olmayan evlerde temizlik yapan kadınlar, pencerelerini silen kadınlar, yorgun bezgin kadınlar. Çocukların beti benzi kağıt gibi. Zayıf çelimsiz, göz altları mor çocuklar. Durgun bakan, heyecansız, mutsuz çocuklar. Oynamaya mecalleri olmayan, oynayacak temiz sokakları olmayan çocuklar, evlerinin eşiklerine tünemiş ceylan bakışlı çocuklar…Sabahki neşemden utanıyorum.

Duygularımdan bir an için kaçıp o sarı badanalı, penceresi demir parmaklıklı evi arıyorum. Yaklaşık 20 kare fotoğraf çekiyorum. Sokaklar benden huylanıyor. Bazı ikircikli adamlar benden de fotoğraf çekmemden de huylanıyorlar ve nedense hemen hepsi cep telefonlarınla konuşmaya başlıyorlar. Köşe başlarında beni gözetleyen ERKETELER haberleşiyor, ben de ha bire boş evlerin fotoğraflarını çekiyorum. Bunlar beklediğim durumlar, ben huylanmıyorum ama huylanan çok. Her sokakta önüme çıkan sarı tişörtlü adam daha fazla dayanamayıp eli telefonunda bana yaklaşıp soruyor. “ Birini mi arıyorsunuz?” diye. “Yok…Ben bi mecmuaya boş evlerin resimlerini çekiyorum” diyorum. Nedense bunu söylemeye gerek duyuyorum. O an için huzuru kaçan sokağın üzerimdeki baskısını hissediyorum. Adam elinde telefonunla hala beni gözetim altında tutmaya devam ediyor…
O evi kesin bulmalıyım. Çektiğim hiçbir fotoğraf o ev değil. Her girdiğim sokak bir öncekinden berbat durumda. Çöpler sokak içlerine, duvar diplerine atılmış. Burnuma kağıt mendil tutuyorum, çöplere basmamaya çalışarak, her an büyük bir sıçanın üstüme atlamasından, başıma düşmesinden korkarak, küflü duvarlara sürtünmemeye çalışarak hiç kimsenin yaşamadığı kimsesiz evlerin fotoğraflarını çekiyorum. Başka bir sokağa geçtiğimde yolun ortasına koydukları sandalyelerinde oturan hayat kadınları görüyorum. Mini şortlarını giymişler, uzun sarı postişlerini takmışlar, bacak bacak üstüne atmışlar, büyük ihtimalle iş bekliyorlar. Anında ters yüzü dönüp oradan toz oluyorum. Öyle bir ani dönüş yapıyorum ki, bi an sendeleyip, düşecek gibi oluyorum. Kadınların arkamdan bana güldüklerinden eminim.
Doğrusu hayal kırıklığına uğruyorum. Çektiğim hiçbir fotoğraf benim romanıma uyan, o hayalimdeki ev değil. İçimdeki sese uyup son bir kez yine izbe bir sokağa giriyorum… ve işte! İşte!...İnanamıyorum! Ben bu kadar mı bu eve yakınım? Bu nasıl olabilir? Onlarca sayfayı yazarken, taa en başından beri gözümün önüne getirdiğim, hayalini kurduğum, romanıma konu yaptığım, tarifi tarifine uyan o ev, işte şimdi karşımdaydı. Tıpkı olması gerektiği gibi. Bu gerçekten de benim için mucizeydi. Mucizeydi!

Sevgili arkadaşlarım, dostlarım; işte benim kitap kapağıma koymayı tasarladığım resmim buydu. Editörlerim de fotoğrafları onaylayınca, kitabım çok içime sindi. Allah kısmet ederse Eylül sonu veya Ekim başı kitabım basılıyor. Umarım beğenirsiniz. İyi okumalar diliyorum size…Her zaman sevgiyle kalın.


Ergül İLTER





Not: Bir Tarlabaşı Ağıdı
SEVGİ DÜŞLERİ

ve

BAHÇE



Eylül sonunda D&R de, kitapçılarda.

Online satış için: www.netKİTaP.COM __ teknik@ciniusyayinlari.com

8 Eylül 2009 Salı

EV HALİ – EVLİLİK HALİ


Evler, evler, evler; içinde neler yaşanır neler…
Evlenmeden önce kardeşlerle paylaşılan odalar, dolaplar, çekmeceler. Ailece yenilen yemekler, özel kutlamalar, doğum günleri, bayramlar, misafir ağırlamalar. Kısa tatiller, uzun tatiller. Sonra “Hem ağlarım, hem giderim” misali, aileden ve evden uzaklaşmalar. Önceleri tahsil için, lisan öğrenmek için, arkadaşla yapılacak tatil için, çalışmak için ama en önemlisi de, evlenmek için.
Müstesna hayatların dışında, doğduğumuz günden beri çoook uzun seneler beraber yaşadığımız ailemizden kopup, onlardan uzak veya yakın ayrılmalar; bu bir karşı daire de olabilir, bir sokak ötesi de olabilir, dünyanın bir ucu da olabilir. İster mutlu bir ortamda, ister mutsuz bir ortamda geçen uzun bir dönemden sonra en çok özlenen, istenen, hayalleri kurulan, esas da ise büyük ihtimalle aşk la birlikte özgürlük temasına dayalı o büyük istek… En doğal istek, insanın kendi hayatını kendi yuvasında kurması…
Balayı tatili, maddi yönden ve zaman yönünden hep ölçülüdür ve de malumunuz işte, nereye giderseniz gidin sonuçta evinize dönersiniz. Kısıtlı balayı tatili aslında evinize geldiğinizde sizi daha bir rahatlatır. Kendi evinizde istediğiniz kadar sevişirsiniz özgürce; eş sizin eşiniz, hormonlar sizin hormonlarınız, ev sizin eviniz, kime ne!…

Evinizde istediğiniz kadar kavga edersiniz; efendice, buz gibi soğuk, fazla sıcak soslu küfür ve hakaret, mesafeli ama dişler sıkılarak, tırnaklar gösterilerek, parmağım gözüne tehditler savrularak; sonuçta küsmeler, sitemler. Kavga ederken ortama katkıda bulunan fırlatılan tabaklar, bardaklar, vazolar, 7.0 şiddetindeki depremle eş sarsıntıdaki kapı çarpmalar… Zarar sizin ziyan sizin, yarılan kafa, moraran göz, patlayan kaş sizin, kırılan kalp sizin, kime ne!…

Ev işleriniz size kalmış, birikince altından kalkamayan sizsiniz; ister pasaklı, ister titiz olursunuz. Varsa gümüşlerinizi ister ovarsınız ister ovmazsınız. Kütüphanenize, koleksiyonlarınıza ister bakar, ister bakmazsınız. Bahçenizdeki veya balkonunuzdaki çiçeklerinizi ister sular ister sulamazsınız; kime ne!


Sonraaa çocuklar olur efendim, çocuklarınız olur... olur olur; ister bir tane olsun, ister beş tane ama unutmayın, bir çocuk dahi, kaç kişiye bedeldir! Tabii ki onlar büyürlerken efendim, çoook tatlı anlar yaşatırlar bizlere çoook; ama yaşatılanlar unutmayın hep artıyla eksidir. Dolayısıyla çocuklar büyürken siz sevecen, şefkatli, fedakar, duygusal olabilirsiniz; tabii asabi, öfkeli, agresif hatta beş kardeşi gösteren tehditkar veya cennetten çıkmanın an meselesi girdabına kapılıverecekmiş gibi de olabilirsiniz ama en önemlisi, daha anne karnına düştüklerinden itibaren, hiç yakanızı bırakmayacak bir duygunun esiri olursunuz. Bu duygunun ismi endişedir efendim. Endişe…

Daha sonra onlar hızla büyürken, duygusallığınız da had safhaya varır; birde bakarsınız ki siz menopoza, eşiniz ise andropoza girivermişsiniz. Bu durumda, isteseniz de istemeseniz de sizi, yoğun bir uyku hali ve de yorgunluk basar; artı, mahmurluk sarar sarmalar, uyku hali ve isteği seks isteğinizi sollar. Kaldı ki, kırk yıllık evliliğinizde, artık haliyle eşinizden de baymışınızdır. Eşinize Elizabeth Hurley, size de George Clooney gelse, üstelik de diz çöküp yalvar yakar yapsa, ne yazar…
Haydi, buyurun bakalım, bu yaşlılık da neyin nesi şimdi; hem hep o gördüğümüz yaşlılar yaşlıdır, onlar öyle oldu diye şimdi siz de mi… Neyse, bu konuyu hızlı geçelim. Almayalım.


Tabii efendim tabii ki, evlilik vaaar, evlilik var. Anlaşıyorsanız eğer, kırk yıllık evliliğiniz size, çok yoğun saygı ve sevgi getirir ve adeta birbirinizin çocuğu gibi olursunuz; bu da sizde alışkanlık ve bağımlılık yaratır. Güven içinde, taş gibi sağlam oluşunuzdan dolayı, birbirinizle her bakımdan gurur duyarsınız. Yüzünüz, gözleriniz mutluluktan ışık saçar; e sonuçta bir elin nesi var, iki elin sesi var olursunuz…

Çocuklarınız bir zamanlar sizin de yaptığınız gibi, çoktan evden uzaklaşmışlar, kendi evlerinde kendi hayatlarını kurmuşlardır. Arada size ziyarete geldiklerinde artık yalnız değillerdir; onlar da artık bir ailedir. Siz daha ne olduğunu anlamadan birde bakarsınız açtığınız kapıdan içeriye arka arkaya geliverirler. Onlar damatlar, gelinler, torunlardır; üstelik beraberlerinde getirdikleri kedileri, köpekleri, kuşları vardır; hatta kavanozda balıklarıyla, kaplumbağalarıyla gelirler. O sessiz sakin evinize bomba düşmüş gibi filan olur. Üç günde didişip yaptığınız canım yemekler, bir öğünde bitiverir; birazcık kalanları da “Sandviç yaparım, torunlar yer” demeye falan kalmadan gelinler onları kedi ve köpeklerine verirler. Size bir hafta sonu diye iki geceliğine gelmeleri, onlar gittiklerinde bir hafta belinizi doğrultamamanızla eşdeğerdir. Nevresimler, çarşaflar, havlular, masa örtüleri dağ taş yığılı çamaşır oluverir. Sırf ayrılık gününün son kahvaltı sofrasından dahi çıkan bulaşık kaplar, üç kerede bulaşık makinesini doldurur. Kırılan sandalye ayakları, karalanan duvarlar, yağlı ellerle tutulan kapı ve pencerelerdeki el izleri, bahçede devrilen saksılar, ezilen çiçekler… Eh bütün bunlar bazılarınız için kâbus olabilir; olabilir yani, gayet normal ama inanın bazılarınız için de bütün bunlar müthiş mutluluk duygusu verebilir. Onlar gittiğinde birden boşlukta kalırsınız, birden dünyanız sessizleşir ve sanki onların sesleri duvarlarınızda öylece asılı kalmıştır. Daha birkaç dakika önce size sarılmaları, durmadan teşekkür etmeleri, sevgi sözcükleri, kahkahaları, koltuklarınıza, perdelerinize, yalnızlığınıza sinmiş kokularıyla evinizde öylece kalmıştır. Henüz onlar gideli bir çeyrek saat bile olmamıştır ama özlem duygusu yakanıza yapışmıştır bile. Onlara el sallayıp yolcu ettikten sonra eşinizle birbirinize hüzünle bakarsınız, bu yoğun duyguyu biraz dağıtmak için etrafınıza bakınıp işe nereden başlasam diye düşünürken, artan ağrılarınız ve sızılarınız yüzünden sık sık mola verip dinlenirsiniz, çay içer kalan kurabiyelerden atıştırırsınız. Genç olsanız bir günde yapacağınız işi siz öyle böyle bir haftada ancak toparlarsınız. Evet ama ev sizin, bahçe sizin, dağınıklık sizin, özlem sizin kime ne!…Arada kalbiniz tekler, yorulunca renginiz gider, kulaklarınız uğultuyla dolar; böyle anlarda eşinizle birbirinize bakarsınız ve omuz silkelersiniz “Adaaam sende, gittiği yere kadar” dersiniz, muzip ve hınzırca bir gülüşle içeriye el ele girersiniz. Sağlık sizin, can sizin, ömür sizin, kime ne!…

Yıllardır belirlenmiş günlerde gelen temizlikçi kadın nedense, çocuklarınızın kalabalık gelip kaldığı o iki günden sonra, hep önemli bir mazeret bulur ve gelemez ama bir hafta sonra, siz işlerinizi iyi kötü yapıp, evi toparladığınızda nihayet gelir. Eh bu da onun taktiği işte ne yaparsınız, buna da şükür dersiniz, siz de ona acı sürprizinizi yapar biriktirdiğiniz dağ taş ütü işini verirsiniz; böylece hiç olmazsa bu sefer erkenden kaçıp gitmesini önlemiş olursunuz.

Öyle veya böyle, ıhlıya mıhlıya işler nasıl olsa yapılır, mühim olan çok çok çok sevdiğiniz en yakınlarınızın, giderken sizde bıraktıkları iki günlük sevgi dolu sohbet, neşe ve heyecandır. Akşam olup da can yoldaşınız eşinizle yorgun argın yatağınıza girdiğinizde, yüreğinize şimdiden çökmüş yoğun hasretlikle uyursunuz; onlar sizin canlarınız, ciğerleriniz, her şeyinizdir; siz evinizde bu kadar mutluyken yaşlanmışsınız, kime ne!…

6 Temmuz 2009 Pazartesi

ANLATI

ESKİ KONAKLAR

Sabah kahvemi içtikten sonra, birinci neden olarak yaşlı bedenime hareket olsun diye yürüyüşe çıkmak için hazırlandım. Benim yürüyüşlerimin her zaman başka bir amacı daha vardır. “Konaklar efendim, Konaklar”.
Biz dört nesildir Kadıköylüyüz. Ben çok şanslı bir kadınım; çünkü neredeyse torunumun torununu göreceğim. Atalarımızdan kalma bir söz vardır, bu kadar uzun yaşayanlar cennete gidermiş diye; eh artık orasını Allah bilir. Konu nerelerden nerelere geldi, ihtiyarlık işte.

Yürüyüşlerimin ikinci sebebi Konaklar demiştim ya, sakın şimdiki beton yığını ve görgüsüzlük abidesi binalardan bahsettiğimi sanmayın. Benim bahsettiğim, çok uzun yıllardır, içlerinde artık kimsenin yaşamadığı eski Konaklar ve Köşklerdi efendim. Sabahları, erkek torunumun bana verdiği cırt cırtlı spor lastik ayakkabıları giyer, hedefime doğru yürürüm. O gün hangi akrabamda yatılı kalıyorsam, o semtteki konağı elimle koymuş gibi bulurum. Benim oldukça kalabalık olan yakınlarım, Kadıköy’ün çeşitli semtlerinde otururlar ve ben de çok ihtiyar olduğum için onlarda sıkılıncaya kadar yatılı misafir olurum; böylece gençliğimdeki o çok iyi tanıdığım, zamanın da içlerinde kim bilir kimlerin yaşadığı Konaklara gider, onları huşu içinde seyrederim, onlarla adeta hasret gideririm. Ama bu yürüyüşlerimde illa da yalnız olmak isterim zira yanımda bana eşlik etmek isteyen birisi olursa, Konağa geldiğim de sanki tılsım bozulur ve o eski hatıralarımdaki hülyalı güzel günlerime dönemem, yanımda biri varken hayal ettiğim gibi düşünemem ve o büyülü anlara hiçbir şekilde adapte olamam.

Bütün bu beton yığını apartmanlardan, trafiğin korkunç uğultusundan, insanların her şeye duyarsızlığından, hep bir yerlere koşuşturmalarından ve boynuma zorla astıkları, titreşimli cep telefonundan nefret ediyorum. Affınıza sığınarak söylüyorum efendim, kendimi boynuma astıkları çanla, otlağa salınmış inek gibi hissediyorum.
***
O sırada hangi akrabamda yatılı kalıyorsam, o semtteki sabah yürüyüşüme çıktığımda, bildik yerdeki Konağa doğru eski bir dost gibi ziyarete giderim. Konağa vardığımda, yıkık dökük bahçe duvarına yaslanırım. Nemden yosun bağlamış, dibinde yabani incir dallarının bittiği duvara bastonumu dayadıktan sonra, üstümün kirleneceğine aldırmadan tozlu duvar kenarına oturur ve Konağı huşu içinde seyre dalarım. Ahşap duvarları kararmış, kapı ve pencereleri sımsıkı kapalı, çok uzun zamanlardan beri balkonlarından şen kahkahaların yükselmediği, ahşap cumbalarının arkasından artık kimsenin dışarıya bakınmadığı Konağa baktıkça, sanki eski güzel günlere geri dönerim. Her seferinde üzerime yoğun bir hüzün duygusu çöker; o anda, ne trafiğin gürültüsünü, ne insanların koşuşturmasını duyarım. Konağın geniş bahçesine baktığımda içim acır; çünkü malumunuz gelen geçenin çöp attığı, ağaçlarının kuruyup kavrulduğu, yabani otların sardığı toz toprak içindeki bahçenin durumu içler acısıdır. Yağmur birikintileri bahçede, içindeki çerçöple birlikte pis kokulu batakçıklar oluşturur ve sanki Konak bu bahçenin ortasında utanç içindedir. Kim bilir bir zamanlar kapalı kapılarının arkasında ne sevinçler, ne hüzünler ve ne büyük aşklar, kıskançlıklar, fedakârlıklar yaşanmıştır. Şimdi artık tüm yaşananlar hatıralarda, Konağın duvarlarındaki nişlerde, tavanlardaki işlemelerde, sırları dökülmüş aynalarda asılı kalmıştır. Sımsıkı kapalı cumbalarının arkasında yaşanan acılar, dramlar, sessiz çığlıklar, nakkaşların işlemelerinde gizlenmiştir. Konak şimdilik bütün sırlarını, iyi ve kötü günlerinin anılarını kendinde saklamak ister gibidir; ta ki, birinin kendisini satın alıp, içkili bir lokanta yapıp, pembelere boyayıp maskaraya çevirinceye kadar.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Bu benim kendi gerçek öyküm








O HABERDEN SONRA


Lavanta kokan beyaz çarşaflar… Eve geldiğimizde, nedense ilk aklıma gelen bunlardı. Yatak odasındaydım; öylece kapıda durmuş, içeriye bakıyordum ama sanki orada değildim, sanki uzaklardaydım da bunu hayal ediyordum. İçeriye girdim ve şifoniyerin çekmecesini kulplarından tutup, yavaşça öne doğru çektim. Kar gibi beyaz çarşaflar göründü; aynı anda hafif bir lavanta kokusunu duydum. Çarşaflara okşar gibi hafifçe dokundum ve ellerimi katlı aralara soktum. Ufak, dantel lavanta kesesi elime geldi; tozpembe renkteydi; lavantalar dökülmesin diye, ince saten kurdeleyle ağzı büzülmüştü. Yastık kılıflarını çekmeceden çıkardım. Sağ köşelerine kocamın ve benim, isimlerimizin baş harflerini belirten arma işlenmişti; onları tekrar katlayıp çekmeceye koydum; lavanta kesesini de sevgiyle koklayıp tekrar çarşafların arasına soktum. Gözlerim yaş içindeydi; üzüntü içinde yatağımın ucuna oturdum. Kocam, az önce benim durduğum yerde durmuş, kapıya yaslanmış, bana bakıyordu. Birbirimize, inanamaz gözlerdeki kederle baktık. Yavaşça gelip yanıma oturdu; sanki, benden çok onun teselliye ihtiyacı vardı. Birbirimize sarılıp ağladık.


***


Check-up yaptırmak için gittiğimiz hastanede, doktorun karşı koltuğuna oturmuş, tahlil sonuçlarını okumasını bekliyorduk. Masasının üstü, onlarca dosya ve rapor doluydu; sonunda, sıra benim raporuma geldi; nedense, içimde tarifsiz bir sıkıntı vardı ve bir an evvel buradan çıkıp, evimize gitmek istiyordum. Doktor ısrarla, yeni baştan, tekrar tekrar, tahlil sonuçlarıma bakıp epeyi inceledikten sonra son kez yine raporumu okudu ve benden gözlerini kaçıştırarak, bana değil de, kocama bir şeyler anlatmaya başladı; çünkü ben, doktorun söylediği ilk cümleden sonra, oturduğum yerden fırlamış, ellerimle yüzümü kapatmış, üç adımlık yerde, bir aşağı, bir yukarı gidip geliyordum ve “Allahım... Allahım” diye inliyordum. Doktor, duvardaki asılı şemadan, tedavi şeklini anlatıyordu ve daha sonrası için, gidebileceğimiz yabancı bir ülkenin adını söylüyordu ama kulaklarımda sadece, doktorun beni can evimden vuran cümlesi vardı ve beynimde yankı yapıyordu, "Kanda hücre çoğalması... Kanda hücre çoğalması"

***
Eve gelirken yolda çok ağladım. Trafik çok yoğundu, yollar hiç bitmeyecekti sanki. Kocamın yüzüne baktım; sanırım hastalık kendisi için denilse, bu kadar üzülmezdi. Dışarıda yağmur çiseliyor, camlara vuruyordu. Silecek bir o yana, bir bu yana çalışıyor, görevini yapıyordu. İnsanlar şemsiyelerini açmış hem yağmurdan korunmaya çalışıyorlar hem de hep bir yerlere koşuşturup duruyorlardı. Başımı arkaya yaslayıp düşünüyordum; biz otuz senedir evliydik, sevgiliydik, arkadaştık her şeydik. Elli yaşındaydım; meğer ölüm için genç sayılmazmışım, o kadar da üzülmeyeyim diye düşündüm; sözde kendi kendimi teselli ediyordum. Kocamın, direksiyonda ki elini tuttum; çok kasılmıştı, robot gibiydi. Gözünü hiç kırpmadan ileriye bakıyordu; ben elini tutunca, yüzüme baktı; bakışlarında hep o kollayıcı, o koruyucu büyük sevgi vardı. Arabayı kenara çekti ve kontağı kapatıp motoru durdurdu; bana sarıldığında, içinin titrediğini duydum, kalbi kalbimde atıyordu sanki; sanki tek bir kalp olmuştuk, o kadar çaresizdik ki, ikimiz de ağlıyorduk.

***
Yatağın üzerinde oturmuş düşünüyorduk. Şimdi çocuklarımıza nasıl söyleyecektik? Anneme, kardeşlerime, yakınlarıma ne diyecektik?Sanki bizim ailede gelenek gibiydi koruyuculuk; birbirimizi üzmemek, birbirimizin üzerine titremek; şimdi onlara ne diyecektik? Telefonla herkesi çağırıp, hepsine aynı anda ve bir kerede mi söylesek, diye düşündüm ve anında vazgeçtim. En iyisi yarına kalsındı bu iş, bu gece de rahat uyusunlar; hem yarına, yine hastanede olacağız, aç karnına onlarca tahlil, daha ince ve daha detaylı. Üzüntüden yorgun düşmüştük, kocam banyoda yüzünü yıkıyor, suyla ensesini alnını serinletiyordu. Yatağı açtım ve nedensiz yorganımızdaki nevresimleri çıkarmaya başladım. Temiz çarşaflarla değiştirmek istiyordum. Çekmecedeki lavanta kokulu beyaz çarşafları serip yatağımızı hazırladım. İçim yanıyordu. Beyaz çarşaflara uzandım yattım ve gözlerimi kapattım; sanki uzaklardan, dağlardan bir esinti geldi, beni serinletti, sanki, dağların eteklerindeki, çiçeklere uzanmış, lavantalara gömülmüştüm; öyle güzel kokuyorlardı ki, sanki ruhumda serinledi…

***

Hastaneden aldığımız bu kötü haberden sonra, eve döndüğümüz o ilk gece bizim için tam bir kâbustu. Şok da olmak bir yana, adeta vurgun yemiştik. O gece sabaha kadar ağlamalarım devam etti; çıldıracak gibiydik, bu hastalık nerden beni bulmuştu? Hep başkaları kanser olurdu ve bizler etraftan hasta olanları duydukça, televizyondan ve gazetelerden okuyup gördükçe, gerçektende çok üzülürdük; dedim ya, böyle hastalıkları hep başkaları olurdu ve bizler başkaları için kahrolurduk.
Uykuya yenildiğimiz bir gece, içim yanaraktan uyandım ve eşimi uyandırmamak için sessizce yatağımdan kalktım; aslında bir amacım yoktu ama hani derler ya, insan ruhen daralınca yere göğe sığamaz diye, işte bende öyle uyanıp kalktım ve yatak odasının kapısını örttükten sonra elimde olmadan bir uyur gezer gibi evin içinde dolanmaya başladım ve her odanın kapısında durup, ışığı yakıp içerisini seyretmeye başladım. İçeriye bakarken, düşüncelere dalmıştım. “Bu evimizi yeni almıştık ve evimiz içimize sinmişti; oldukça memnunduk. Çok zor kazanılan, alın teriyle, dürüstlükle, helal parayla alınan bir mülktü. Kızımız, bu evden beyaz gelinliğiyle, mutlu bir evliliğe adım atmıştı ve oğlumuz da askere gitmişti. Bu güzel, tatlı telaşları atlatınca, eşimle yuvamızı özenle, gönlümüze göre döşemiştik. Hazır alınandan çok, onarıp, boyayıp elden geçirdiklerimizle, kendi dekorumuzu yapıp, huzur içinde yerleşmiştik. Ben evde hiç boş duramam, hep bir şeyler üretmeye çalışırım. Kendi yaptığım yağlı boya tablolarımı duvarlara astık. Amerika’da evli olan kız kardeşimin işleyip yolladığı kanaviçe tabloları da yine boş duvarlara astık. Annemin, özenerek işlediği, göz nuru değerli işlemelerini de, masalara, sehpalara özenle yaydık. İşte şimdi, gecenin bu geç saatinde, salona girince, bu düşüncelere dalıp gitmiştim.
25. Evlilik yıldönümümüzde, eşimin bana aldığı gümüş objeyi, sehpanın üzerinden alıp, sevgiyle yanağıma bastırdım. Bana bir şey olduğunda, o ne olacaktı? Biz ikimiz, çocuklarımızla hep el ele, omuz omuza zorlukların üstesinden gelip, bu ferah günlere gelmiştik. Eşim evimizdeki vazoları hiç çiçeksiz bırakmazdı; doğum günlerimiz, evlilik yıl dönümlerimiz hiç unutulmazdı. Yaşlı komşumuzun dediği gibi, biz nazara mı uğramıştık? İnanır mısınız, benim rahatsızlığımda, evdeki yaşanan üzüntülerden ve gerginliklerden çiçeklerimiz bile bozuldu; sararıp, solup sonunda kurudular. Yeşil bir muhabbet kuşumuz vardı, ne kadar da güzel konuşurdu bilseniz. İsmi, şurup’tu. Eşim onun kafesini hep açık tutardı, etrafı kirletse de, onun hür yaşamasını isterdik; o da yemekten içmekten kesilip öldü. Yok, o sıralarda onu ve çiçeklerimizi ihmal ettiğimizden değil, aksine oyalanmak için, her zamanki gibi, güzel bakıyorduk. Neyse; biz ki onlara hala üzülmemize rağmen, birde en yakınlarımızın halini düşünün. Oğluma durumu üstü kapalı ve hastalığımı hafife alarak izah ettik; Allah’tan, askeriyede o zaman cep telefonu yasaktı da, çocuğum da diğer asker arkadaşları gibi kuyruğa girip, ortak telefondan sadece birkaç dakika konuşabiliyordu. İzine geldiğinde ise, iyi rol yaptık doğrusu; zaten arkadaşları her zaman gelip, onu alıyorlardı. Kızım ise, olayın birebir içindeydi; onun, benim için çektiği acıyı, benim için çırpınışlarını, size değil yazmak, hatırlamak dahi istemiyorum. Bunları yaşamasını hiç ama hiç istemezdim”.

***

Ertesi günü sabahı, erkenden hastaneye gittik. İşte aynen bildiğiniz ve tahmin ettiğiniz gibiydi. Kan alınmalar, tomografiler, en az üç ayrı doktorun sıkı muayenesi, elimizde dosyalarla oradan oraya koşuşturmalar ve akşamüzeri bekleme salonunda, hakkımda yapılacak konsültasyonun sonucunda çağrılmayı beklemeler. O sabah, evden çıktığımız andan itibaren, hastanedeki bilinmeyen kaderimize doğru giderken, üzüntümüzü içimize gömdük ve adeta dondurduk; o ilk şok, o ilk vurgun, evde kaldı; evdeki vazoda, simsiyah harika laleleri güzelliğinde, onların parlak taç yapraklarında kaldı. Biz ikimiz şimdi, tek kelime etmeden, hastanenin bekleme salonundaki deri kaplı koltuklarda, herkes gibi kaderimizi bekliyorduk ve koşuşturan insanları boş gözlerle, anlamsızca seyrediyorduk. Sanırım, bu üzüntüyü dondurma hali, içimizde kalan, kendimizin de farkında olmadığımız, o ümit etme haliydi; nede olsa, sabahtan beri, onlarca tahliller yapılmış, tomografiler çekilmişti; olur ya, belki de nazar, bir yerlerden kırılır, geçerliliğini kaybedebilirdi…
Hemşire, bizi doktorumuzun odasına götürdüğünde, işte o anda bende buzlar çözüldü; ben bu sonucu duymaya nasıl dayanacaktım? Eşim, yüzü bembeyaz olmuş bir halde, doktorun yüzüne, gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Aniden sessiz panik atağa girdim ve içimdeki fırtınayı bastırabilmek için, başımı iki elimin arasına alıp yere eğdim; gözlerimi de kapatmıştım. Ter içinde kalmıştım. Kulaklarım uğulduyor, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Doktor, bu sefer yanıma gelip, bir elini omzuma koydu ve diğer eliyle çenemden hafifçe tutup başımı kaldırdı; yüzüme baktığında ise hiçbir şey söylemese de anlamıştım, bakışlarındaki umutsuzluğun şifresini, anında çözdüm. Bu, ikinci vurgundu. Eşimin elindeki dosyalar yere düştü. Saçma sapan kâğıtlar! Onlar ne işe yararlardı ki? Kahrolasıca formlar! Yok ana adı, yok baba adı, onlarda şu şu hastalıklar varmıydı? Kaç yaşımda, kaç çocuk doğurmuşum? Sokağa fırlayıp, galiz, hiç güneş yüzü görmemiş küfürler etmek, avaz avaz haykırmak istiyordum.

Doktor, hastalığımdan emin olmak için, iliğimden kan almak istedi; böylece noktayı koyacaktı. Eşim beni, muayene odasındaki beyaz örtülü ensiz yatağa yatırdı. Hiç öyle büyük enjektör görmemiştim. Kalça kemiğime girip, ilikten kan örneği alacaktı; nedense, ilkokuldayken aşı olmaktan kaçtığımı anımsadım. Eşimin, beni kavrayan elleri ne kadar sıcaktı. Hiç acı duymadım. Hiç.
“Tam dört gün bekleyeceksiniz” dedi doktor; belki de dört asır demişti de, ben yanlış duymuştum. Eve geldiğimizde anladık, dört gün değil, dört asır demişti…

***
Sevgili duygusal okurlarım, sevinçler anlıktır diye düşünüyorum, üzüntülerde çok detaylar vardır, ben en iyisi bunlara hiç girmeyeyim. Şimdi yaşanacak güzel günler varken, üstelik bahar kapıya dayanmışken…
Hem, bütün bunlar tam 6 sene evveldi… Geldi geçti… Fırtına dindi… Ameliyatlar, içtiğim atom kapsülü, kapandığım çelik kaplı hastane odası, bir aylık radyoaktif karantina, 6 ayda bir yapılan kontroller, testler, taramalar, tahliller ve en kötüsü de, her seferinde, her seferinde, ölüp ölüp dirilmeler. Tabii ki berbat anlardı ama ben, her şeye rağmen çok şanslıydım. Şimdi inanılmaz güzellikler içindeyim. Neredeyse dört senedir yazıyorum. Hiç durmadan yazıyorum. Yarışmalara öyküler, şiirler yolluyorum ve yazmaya başladığım romanımın 300.cü sayfasındayım; son bir redaksiyonunu yapıp, iyi bir yayınevine vereceğim. Dedim ya; eşimle, çocuklarımla, yakınlarımla çok güzellikler yaşıyoruz. Yedi yaşındaki erkek torunumuzla çok iyi arkadaşız. O benim her şeyim. Bazen yemek istemediği, bitiremediği çilekli lolipopunu bana verir, ben de bu harika lezzetin tadına vararak yerim. Çilek kokulu lezzete bayılıyorum; sanki sağlıklı bir yaşam gibi, güzel tadı var. Bir de düşünün ki, yanınızda sizi çok seven torununuz var ve onunla el ele tutuşmuş, sinemadaki çocuk filmini izliyorsunuz; bilseniz, nasıl müthiş bir keyif. Sizce ben bunu hak etmedim mi?
Hayatınız mis kokulu çilekler gibi olsun.

24 Haziran 2009 Çarşamba

ZEMİN KAT

Her sabah olduğu gibi kapının kapanma sesiyle uyandığımda yine ter içindeydim. Babam, işine gitmek için evden çıkarken beni uyandırmaya kıyamazdı. Onun ne kadar dikkatle ve sessizce kapıyı örtmeye çalıştığını bilirdim ve bu yüzden ben de sanki o görecekmiş gibi uyuyor pozisyonumu hiç bozmazdım. Babamın, merdivenlerdeki hafif ayak seslerini dinleyip apartmandan çıkışını duyduktan sonra gözlerimi açardım ve bir müddet öylece yatağımdan, tavana yakın olan pencerenin önünden gelip geçen insanların ayaklarını seyretmeye koyulurdum.
Kadıköy’ün iç mahallelerindeki bu zemin kattaki daireyi bulduğumuzda, fiyatı babamın elindeki paraya ucu ucuna yetmişti; biz de fazla düşünmeden daireyi satın almıştık; böylece, hiç olmazsa kira derdinden kurtulmuş oluyorduk.
Zemin katta oturmanın sorunları üst katlara nazaran oldukça fazlaydı; hatta mukayese bile edilmezdi. Başka zemin katlarını bilmem ama bizim dairemizi sık sık sular basardı. Dikkatsiz davranan üst kat komşularımız yüzünden taşan tuvaletten pis sular evimizin döşemelerini kaplardı. Zavallı anneciğim ve babacığım bu yüzden çok sıkıntı çekiyordu.
Yattığım yerden tavan penceresine gözlerimi dikmiş, sokaktan gelip geçen insanların ayaklarını seyretmeye devam ediyordum; doğrusu hiç acelem yoktu; hem niye acelem olsundu ki? Annem zaten akşamdan evi derler toplardı, ertesi güne iş bırakmak istemezdi. Sekreter olarak çalıştığı doktor muayenehanesi karşı taraftaydı ve anneciğim haftanın beş günü vapurla karşıya geçer, Beşiktaş’ta ki işine giderdi. Babamın, dünyanın en hassas insanı olduğunu düşünürdüm hep; işte yine tekerlekli sandalyemi ve yerimden doğrulmayı sağlayabilecek bastonlarımı yatağımın başucuna koymuştu. Temmuz ayının bu oldukça sıcak geçen günü ve gecelerinde içerisi hamam gibi oluyordu, ben de sıcaktan ter içindeydim. Yüksekteki tavana yakın küçük pencereyi istediğimde rahatça açabilmem için babam, pencere kulpuyla yatağıma kadar uzanan telden yapılma basit bir düzenek yapmıştı. Yerimden biraz doğrulmaya çalıştım ve bu boğucu sıcakta içeriye biraz olsun hava gelsin diye telin yardımıyla camı açtım. İçeriye hiçbir zaman güneş girmezdi. Yola ucu ucuna parkeden arabalardan dolayı zemin katımız akşamüzerleri erkenden kararırdı. Camı açtığımda içeriye egzoz kokusuyla birlikte sokağın gürültüsü de doldu. Pencere önündeki demir parmaklılarımızın araları yine düşüncesizce atılan çerçöple dolmuştu; her şeye rağmen, içerisi biraz olsun serinlemişti. Ve içeriye dolan şehrin uğultulu sesi, uyku mahmurluğumu üzerimden atmıştı.

*

Kadıköy’deki zemin kat dairemizi almadan önce kirada oturduğumuz Üsküdar’daki evimiz benim açımdan anne ve babama çok kolaylık sağlamıştı; zira İlk ve Ortaokulun olduğu bina evimizle karşı karşıyaydı; dolayısıyla, tekerlekli sandalyem olmadan da, bastonlarımın yardımıyla, fazla da zorlanmadan okuluma kendi başıma gidip gelebiliyordum.

Ortaokulu bitirdiğimde, İzmir’in bir sahil kasabasında yaşayan amcam ve yengem bizi ailecek tatil yapmamız için evlerine davet etmişlerdi. Babam ve amcam arada bir telefonlaşırlardı, annem ve yengem de kısacık sohbetler ederlerdi telefonda. Amcamların çocukları yoktu, olmamıştı ama onlar çok sevdikleri köpekleriyle ve bu sahil Kasabasında ki dostlarıyla huzurlu bir yaşam sürüyorlardı. Anne ve babamın çalışıyor olması, benim de yarı felç halimden dolayı amcamların yaptığı onca davete karşın bir türlü onlara gidememiştik. Şimdi bu yaz aldığımız davete büyük ihtimalle uyabilecektik ve bu düşünce şimdiden benim uykularımı kaçırıyordu, heyecandan içim içime sığmıyordu. Nihayet beklenen oldu ve annem olsun babam olsun işlerini ayarlayıp, izinlerini aynı zamana denk getirdiler ve hiç vakit kaybetmeden amcamlara hem hasret gidermeye hem de tatil yapmaya gitmek için yola çıktık. Bir iki ufak valizle beraber tuttuğumuz taksinin bagajına benim tekerlekli sandalyemi de katlayıp koyduk. Terminale geldiğimizde otobüs firmasının da özürlüler için tecrübeli elemanlarının yardımlarıyla amcamlara gitmek üzere yola çıktık. Bebekliğimi saymazsak bu bizim için ilk defa yaptığımız bir aile yolculuğuydu. Otobüste giderken en önde oturmanın keyfini çıkarıp, kendi hayallerime dalıp gitmiştim; özürlü de olsam ben de sonuçta bir genç kızdım. En çok istediğim şey ise denizle kucaklaşmaktı. Sudan çıkabileceğimi hiç sanmıyordum. Babamın hava almam için beni ara sıra götürdüğü Kadıköy sahilindeki denize yakından bakmak hiç istemezdim, kirlilikten midem bulanırdı ama her zaman çığlıklar atarak gökyüzünde uçuşan bembeyaz martıları, iskelede vapurdan inen insanların koşuşturmalarını, çiçekçilerin çiçeklerini satabilme telaşlarını, gençlerin buluşmalarını ve karşılaşınca öpüşmelerini, karşı sahile gidecek olan motorcuların çığırtkanlıklarını seyretmeyi çok severdim. Ailece en çok sevdiğimiz şey ise, vapurlara binip Adalara ve Boğaza gitmekti. Denizi solumak, denizi seyretmek bütün sıkıntımızı alıp götürürdü sanki. Vapur düdükleri ve martı seslerine karışan, yoğun trafiğin ve insanların sesleri, şehir içi sahillerinin değişmez atmosferiydi zaten.

*

Tatil yolu güzel olduğu kadar sakat olan bedenime de oldukça yorucu olmuştu; yine de çok heyecanlı ve mutluydum. Bizi karşılamaya gelen amcamı tanımakta zorluk çektik; güneş yanığı teninin aksine saçları bembeyaz olmuştu. Amcamın otobüsün içine kadar girip beni kucaklaması ve otobüsten indirmesi bir oldu. Babamla annem valizlerimizi bagajdan alma sırasındayken yengem, yüzünden hiç eksik etmediği sevecen gülümsemesiyle bana ait çantamı bastonlarımı kavramıştı bile. Hep beraber onların artık nerdeyse antika olmuş kırmızı ANADOL arabalarına bindiğimizde, hal hatır sorabilmek için adeta birbirimizin ağzından laf kapıyorduk. Amcam hem arabayı sürüyor hem de bize, geçtiğimiz yollardaki gördüklerimizi anlatıyordu. Evlerine vardığımızda, önce beni tekrar kucaklayıp bahçelerindeki incir ağacının altına kurulu sedire oturtan amcam, anne ve babama yardım etti, araba boşaldıktan sonra da hepimiz tekrar birbirimizle sarmaş dolaş olduk. Çok oturmaktan dolayı ağrıyan sırtımı dinlendirmek için annemin dizine yatıp uzandım; annem ağrıyan belimi ovalarken, babam da tekerlekli sandalyemi açıp oturmaya hazır duruma getirdi. Hem sohbet edip hem de sürekli saçlarımı sıvazlayıp okşayan, omuzlarımı, sırtımı ovan annemin sayesinde biraz dinlendim ve biraz hareketin bana iyi geleceğini söyleyen babamı dinleyip yerimden doğruldum. Koltuk altlarıma sıkıştırdığım bastonlarımla yürümeye çalışıp, onlardan 20- 25 metre uzaklıktaki, sahile bakan bir taşın üzerine oturdum. Onlar sohbetlerine devam ederken ben kendimle baş başa kalmıştım. Manzara inanılır gibi değildi, denizden esen rüzgârı doyasıya içime çektim. Manzaranın muhteşem görüntüsünden ve deniz kokusunun içime yaydığı rehavetten çok fazla etkilenmiştim; kendimi, kapısı hiç kilitli olmayan ama yine de hep kafeste yaşayan, burada ise otobüsten indiğim andan itibaren azat edilmiş bir kuşa benzettim.

Büyük bir hilal gibi olan koy, irili ufaklı balıkçı teknelerini içinde barındırıyordu. Denizin biraz açığına demirlemiş, çoğunluğu beyaz renkte olan yatlar sanki nazlı gelinler gibi salınıyorlardı ve manzaraya daha da bir güzellik katıyorlardı. Oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla yol boyunca tüm sahil ve tepelere doğru olan yeşillikler bir kartpostal görünümündeydi. Evler adeta yeşilliğe gömülmüşlerdi, bahçelerden gelen ıhlamur kokuları, rüzgârın da yardımıyla denizin iyot kokusuna karışıyordu. Çok ani olan bu seyahat sonrası yaşadıklarımla adeta altüst olmuştum. Elimde olmadan ağlamaya başladım. İçimdeki ses isyanlardaydı; “Ölünceye kadar burada yaşamayı isterdim diyordum kendime; ölünceye kadar”…Elimde olmadan arkama baktım ve sanki uzaktan da olsa aklımdan geçen, yüreğime oturmuş bu kuvvetli duyguyu anlayacaklar diye korkuyla aileme baktım; onlar hasretlik içinde sohbetlerine devam ediyorlardı, biraz rahatlayıp bir daha da böyle ani kararlı düşüncelerime kendimi kaptırmamaya karar verdim; hatta, hafiften anne ve babama karşı vicdan azabı duyup utandım, öyle ya, her insanın kendi yaşam tarzı vardı, mecbur kalınan…

*

Amcam, hayatı boyunca burada yaşamış, burada evlenmiş ve burada balıkçılık yapmıştı. Bahçesinde yengemle tamir ettikleri balık ağları öbekler halinde yerlerde duruyordu. Yengem parayla ağ örüp, tamir işleri de yapıyordu. Burada ekseri yaz kış oturan, tümüyle burada yaşayan yerli halkın dışında, burayı benim gibi görür görmez vurulup artık burada yaşamaya başlayan sonradan gelme yerleşimciler de vardı. Amcamın dediğine göre her sene sayıları da hızla artıyordu.
Annemin ve babamın izinli oldukları sayılı tatil günleri adeta hızla erirken, buradaki güzellikleri kaybetme korkusu daha gitmeden içimde sıkıntı olmaya başlamıştı. Her şeyde olduğu gibi bunun da bir sonu olacaktı elbet diye düşünüp kendi kendimi teselli ediyordum. Amcamın yine hepimizi kayığıyla gezdirme teklifini o gün kabul etmedim. Gitmemize üç gün kalmıştı; onlara kendi kendime sahilde gezeceğimi söyledim; biraz tereddüt ettilerse de yengemin sözleriyle rahatlayıp beni kendi halime bırakmayı kabul ettiler; sonuçta, konu komşu herkes burada birbirini tanıyordu ve bura halkı köklü büyük bir aile gibiydiler.
Onlar gittiğinde evin kapısını kilitleyip bastonumun yardımıyla tekerlekli iskemleme oturdum ve sahil yoluna çıktım. Sabahın bu erken saatinde ortalık çok sakin ve güzeldi. Yanıma para cüzdanımı da almıştım, kıyıdaki bir çay bahçesine girdim ve yaklaşabildiğim kadar en ön sıradaki denize yakın masaya yaklaştım. Bana masalar ve sandalyeler arasından yer açıp gülümseyen gence çay ve çörek ısmarladım; daha sonra kendimi koyu mavi renkli, teknelere şıpır şıpır minik dalga seslerinin vurduğu denizi dinlemeye bıraktım, tertemiz deniz kokusunu derin derin soluyarak içime çektim. Kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim. Önüme gelen çöreğimi iştahla yerken, çayımı içerken mutlulukla, burukluğu aynı anda yaşıyordum. Martılar etrafımda, başımın üstünde uçarken, ötüşleriyle adeta çığlık atıyorlardı. Çayımdan son yudumu aldığımda oturduğum yerin iki masa ötesine oldukça yaşlı, sırtı hafif kamburlaşmış, saçları bembeyaz olmuş bir kadın oturdu. Ona dönüp baktığımda bana içtenlikle gülümseyerek selam verdi ve,
— Günaydın, dedi.
Ben de ona aynı şekilde cevap verdim,
— Günaydın efendim.
Masasının üzerine koyduğu bez torbasından yakın gözlüğünü ve gazetesini çıkarırken benimle konuşmasına devam etti; aynı zamanda, oturmaya hazırlandığı masayı bırakıp, bana en yakın masaya geçip oturmuştu bile. Yakınıma oturunca onun yakasına iliştirdiği Atatürk rozeti dikkatimi çekti.
— Bu gün fazla sıcak yok değil mi?
İskemlemin tekerleklerini hafifçe ona doğru çevirdim.
— Evet, haklısınız bu gün biraz rüzgârlı.
— Öyle olması daha iyi, fazla sıcak da çekilmiyor.
Ona verecek cevap bulamamıştım, yaşlı kadının susmaya hiç niyeti yoktu ve sorularıyla nerdeyse hakkımdaki her şeyi öğrenmek istiyordu. Amcamın balıkçı Hamdi Usta olduğunu öğrendiğinde çok şaşırdı; meğer onlar birbirlerini 40 yıldır tanıyorlarmış.. Kadın yöreye ait birçok şey anlattıktan sonra bana sorduğu soru karşısında birden afalladım.
— Peki, neden böyle hüzünlüsün sen bakayım?
Şaşırmıştım ama samimiyetle de cevabımı verdim.
— Buraları çok güzel… Ne yazık ki tatil üç gün sonra bitiyor, annemin babamın işlerine dönmesi gerekiyor.
— Ya! Peki, sen gitmesen olmaz mı? Kal sen burada; amcan da yengen de çok iyidir senin, ben bilirim onları.
— Yok, olmaz, seneye gene çağırdılar zaten. Hem benim… Görüyorsunuz işte, bakıma muhtacım.
— Niye? Buraya gelebildinse, her işini de yapabilirsin pekala!…
— Öyle ama okulum var, liseye kaydolacağım.
— A bak öyle ya, bazen kafam hiç çalışmıyor!

Yaşlı kadın, benimle sohbet etmekten gazetesini açıp okuyamamıştı. Yanlarına gelen çaycı gence tekrar çay söylerken ona da bir şey içip içmeyeceğini garsondan evvel davranıp sordum; o da gence dönüp,
— Her zamanki gibi dedi ve bana dönüp teşekkür etti..
Daha sonra ben gelen çayımı içerken o da kahvesini içmeye başladı. Bana öyle geldi ki sözlerimden o da çok etkilenmişti, burayı çok beğendiğimi anlamıştı.

— Biliyor musun? Senin durumunu yaşamıştım ben de çocukluğumda, bana o günlerimi hatırlattın… Sahi senin ismin neydi?
— Şeyma efendim.
— Şeyma! Ne güzel isim. Ben de buranın Nezahat hocasıyım… Emekli oldum… İzmir’de resim öğretmeniydim ben.

Yaşlı kadın bana doğru hafifçe eğildi ve sözlerine devam etti.
— Biliyor musun Şeyma yavrum? İnsanın uymaya mecbur kaldığı hayatlarını benim anne ve babam da yaşamışlardı gençliklerinde… Tabii çoktan rahmetli oldular… Onlar da öğretmendi benim gibi. Tayinleri çıktıkça, anneannem rahmetli beni bırakmamış onlara, rahat etsinler diye. Kıyamamış hem kızına hem ben torununa ve bizim oradan oraya sürüklenmemize; bu yüzden burada büyümüşüm işte. Ben o çocuk yıllarımda, sömestr tatillerinde anneannem ve dedemle giderdim çok özlediğim anne ve babamın oldukları yere; e tabii ayrılmalar zor gelirdi hepimize.
— Sizin yaşadığınız daha zormuş hocam.
— Biliyor musun nasıl yenmeye çalıştım ben bu duyguları? En azından nasıl hafifletmiş oldum?
Kadının anlattıkları çok ilgimi çekmişti, merakla sordum,
— Nasıl?
Nezahat hoca, bez çantasını karıştırıp içinden yarı açılmış bir kurşun kalem çıkardı ve bana doğru tuttu.
— İşte bununla!
Şaşırdığımı görünce anlatmaya devam etti.
— Dünyanın en güzel şeyi kalemdir Şeyma, bak bu sözümü hiç unutma yavrum. Kalem seni istediğin yere götürür, sana özgürlük sağlar ve önünde sonsuz ufuklar açar. Tekerlekli iskemlenin gidemediği yerlere götürür seni. En kapalı yerlerde bile oturur çizersin özlediğin resmi, kalemine boyaları ilave edersin, en güzel deniz resimlerini, şu gördüğün balıkçı teknelerini, şu martıları, şu güzelim yeşilliği, ağaçları çizersin, boyarsın! Hem sana bir sır vereyim mi Şeyma? Resmi yapıp bitirdiğinde ve duvarına astığında inanmayacaksın ama, sanki deniz kokusu dolar odana, martıların seslerini duyarsın adeta, dalgaların sesi vurur karyolana… Neyi özlersen, neye hasret kalırsan onu çizersin, boyarsın, tıpkı benim çocukluğumda anne ve babamın resmini çizdiğim gibi…
Ağlamaya başlamıştım, yaşlı kadın saçlarımı sıvazlayıp, bana kalemini uzattı.
— Al, bu kalem benden sana bir başlangıç için olsun.
Kalemi aldım, eğilip kadının elini öptüm, ona teşekkür ederken dahi kesin kararlıydım. Yaşlı kadının söylediklerini yapacaktım ama bir değişiklikle… Ben hep yazacaktım. Kurşun kalemimin o kendine has baştan çıkarıcı, şevk verici kokusu burnumdayken hep yazacaktım… Deniz kokusunu, martı çığlıklarını, yakasında Atatürk rozeti taşıyan Nezahat hocayı yazacaktım. Buraların posterlerini alıp yatağımdan görülebilecek yerlere asacaktım ama ben duygularımı yazacaktım ve günün birinde yazar olacaktım. Yaşlı kadının kalemini ise ömür boyu hayatıma yön vermesinin anahtarı olarak saklayacaktım.

18 Haziran 2009 Perşembe

BENİM KUTSAL ANLARIM


“Aynen öyle” diye düşünüyorum yazarken; “Kutsal anlar gibi.”…
Yazmak için oturduğumda değil de, yazma isteğim geldiğinde; işte o an geldiğinde, çok güzel ve çok karmaşık duygularla, tatlı bir heyecanla, çocuksu bir sabırsızlıkla, o esin anını yitirme kaygısı içinde, transa girer gibi olurum. Yazma esinlerim geldiğinde; sanki o an, kutsal mabedimde duyulan lir sesinin mistik tınısıyla, ya da içe işleyen bir ney sesinin hüznüyle dolar içim. Uçuk renkli, alabildiğine pastel bulutlar dolar içime. Mabedin güneşe durmuş vitraylarının güzelim renkli desenlerinde, beyaz bir güvercinin kanadına binip uçuşur yüreğim; sanki, zifaf kokan gelinlik tüllerimde…

Yazma tutkusu geldiğinde, hiç ağırlığı olmayan, bakir, billur bir suya girer gibi ve hiç nefessiz kalmadan en diplerde… beyaz, ılık suyun içinde oturup da, duyguları kâğıda döküp yazmak olur tutkum…yazmak işte!…

Yazma isteği geldiğinde, tıpkı ibadet ederken rüku anındaki duygularımın miraca ermesi gibi… sanki, tanrıya varış gibi; ta ki, hücrelerimin en uç noktasına kadar uyuşup da kendinden geçer gibi olurum!...
Yazarken ve konunun içine kayar gibi akarken, orada bir kadının çilesi, buram buram aşk kokan, ya da ihanet kokan birliktelikler, bir çocuğun sessiz feryadı, bir adamın gözyaşları, kırılan kalpler…hepsi gelir oturur da apak sayfalara, hepsini sahiplenir yüreğim… hepsini ayrı ayrı!

Yazı bittiğinde, sudan çıkmış balığa dönerim ben. Öyküdeki kahramanlarımın uğradığı haksızlıklardan dolayı sersemlerim, isyanlarda olurum; onlara çıkış yolu ararken tükenirim, eririm adeta. Yüreğim sıkışır, çarpıntılar olurum; onlara yapılanı hazmedemediğimden. Çocuğa atılan bir tokadı, kadına saplanan bir bıçağı, adamı ağlatan kayıpları sahiplenir duygularım. Hırsımdan dolayı yüzüme ateş basar, midem taş yutmuşum gibi kasılır, kıvranırım da bir “Oh” diyemem hiç; artık yazıyı bırakmam gerektiğinde, onları bırakamam!

Saatler, saatler geçip de zaman kayıp giderken kalemimin ucundan, yine de olması gerektiği gibi olurlar öykülerimdeki kahramanlarım. Hiç birine iltimas yapmadan, hiç hak yemeden!. Olması gerektiği gibi olmalı hepsi de!... Onları mutsuz bırakmışsam eğer, kaçışı yeğlerim kendimden. Parklarda koşarım, yağmurda yürürüm, yeme krizine girerim; çözülmek için nafilelerde. Ama onları burcu kokan aşklarında, sevinç dolu mutluluklarda bırakmışsam eğer, ferahlamış yüreğimle, bir türkü dolarım dilime ve çok sevdiğim mutfağımda, çay demleme seremonisinde dellenirim ben sevinçlerde…

7 Haziran 2009 Pazar

ŞİİRLERİM





SEVGİ

Yarenimin omzuna
Koydum başımı
Yüreğim yüreğine değdi
Mavi gömleği sevgi koktu
Ellerimi bıraktım ellerine
Huzur işte buydu…



-----------------------------------------------------------------------------


GAZEL

bir seher vakti uyandığında,
el vatanında, el yatağında
karagözlüm, yiğidim, sevdiğim
sen hiç gazel dinledin mi?...

nadasa durmuş bağrında
bin yıllardır buram buram
memleket kokulu hasretlikle
tirşe yeşili Ağu misali
çökmüş oturmuşken göğsüne
vatan özlemin, gurbetlim
sen hiç gazel dinledin mi?

yanık seste türkünün kor misali,
yüreğini dağlayıp dağlayıp yaktığı
gözyaşlarının usul usul aktığı
seni götürüp diyar diyar
bozkır yollara vurduğu!
kara gözlüm, bir tanem
sen hiç gazel dinledin mi?...

fotoğraflarda, mektuplarda
yüzüne, sesine, soluğuna
hasret kaldığım,
gurbet ellerdeki sevdiğim
sen hiç gazel dinledin mi?
bir yanık seste türkünün
yüreğin yanarken kor gibi.


------------------------------------------------------------------------------


AYRILIK

o gitti…
hiçbir şey söylemeden
hiç arkasına bakmadan
yavaş yavaş uzaklaştı…
ne bir söz, ne bir buse
arkasından baktım öylece…

ellerimi bıraktı önce
kayar gibi avuçlarımdan.
mahcup bakan gözlerine
ıslak kirpiklerine
hüzün gizlenmişti sanki…

biliyordum çoktandır onun
uzaklara olan özlemini
deniz kokulu, yosun kokulu
kimsesiz sahillere vurgun
onmaz sevdasını…

sevişirken son defa
bakışları maviye durmuştu
uzaklara tutkunluğu onun
yosun kokuluydu
sahiller boyu…

yitip giderken benden
mahcup ayrılığında
hiçbir seremoni yoktu

ne bir el sallama
ne bir veda
sevda yolları ayrılığın
yosun kokuluydu…

beyaz gömleği gitgide
hayal oldu uzaklarda.
sırtımda soğuk rüzgar
ayaklarımda diken sıyrıkları
toprağa çakılı kaldım
yüreğim üşüdü…

------------------------------------------------------------------------------

ALDANIŞ

sevgilim gittiğinde
dönmemek üzere
bende ölürüm sanırdım.

bedeni toprağa değdiğinde
dost ellerini, dost bakışlarını
yitirdiğimde
bende ölürüm sanırdım.

en iyi dostum arkadaşım sevgilim
o hep sakınanım, o hep koruyanım
onu yitirdiğimde
bende ölürüm sanırdım.

sanırdım da rahatlardım
sevinirdim, acısını duymam diye
böyle apansız hüzünler içinde
kalmam diye…sevgilim yittiğinde.


------------------------------------------------------------------------------



GÜL

çok güzel bir güldü
uzanıp kopardım
bir ses duydum sanki
ince bir sızı gibi
bir şebnem damladı elime
gül ağlamıştı sanki…



------------------------------------------------------------------------------



YILKI ATI

ne çok özlemişti özgürlüğü
hiç yükü olmadan kırbaç yemeden
geçireceği tek bir günü

yaban atları gibi
yeleleri uçuşurken rüzgârda
dörtnala koşacağı çayırları
aheste aheste gideceği yolları

ah! özgürlük bir ödül gibi….

sonunda beklediği gün geldi
ama çöküktü beli büküktü dizleri
hayallerde kaldı,
şaha kalkıp dörtnala koşmalar
yükü olmadan kırbaç yemeden

ah!özgürlük bir ödül gibi….

onu saldılar bir bozkıra
o özgür bir yılkı atı şimdi.


---------------------------------------------------------------------------


KURŞUN


şehit oldu dediler…

durdu nefesim, kesildi soluğum
yüreğimi deldi geçti
kurşun… aynı kurşun

elimde ne vardı da düştü yere
tuzla buz oldu, saplandı göğsüme
bir damla kanım akmadı
kurşun… aynı kurşun
acısı yüreğimde

günler geceler karıştı
çığlıklarım içimde yankılandı
bir damla gözyaşım akmadı
saçlarım ellerimde kaldı
bir o duvara, bir bu duvara
savruldu bedenim vura vura

şehit oldu dediler
yüreğimi deldi geçti
kurşun… aynı kurşun











SAKIZ SARDUNYALARI

yasemin kokulu dingin bir yaz gecesi
yıldızlar ışımış balkonuma ödünç
çıplak ayaklarımda taş zeminin serinliği…
aşağıdaki umarsızlığa gönülsüzken içim
gökyüzü saçlarıma değecek kadar yakın
uzansam avuçlarıma dolar yıldızlar sanki
…uzansam bir devinimlik yer
sanırsınız beni tutan balkon demirleri…ve
gece gölgesinde kalmış sakız sardunyaları…
beyaz geceliğimin etekleri uçuşurken
sanki rengi gece mavisi, derinliği lacivert
gökyüzü üzerime şavkımış ince bir tül gibi…

aşağıdaki yoksul kokulu üzgün yaşamlara karşın
böylesine boş vermişliğe sövgülerdeyken dilim
bin parça öfkeye durmuş yüreğim…ah!
yıldızlar pırıltılar içinde sanki öfkeme inat
en masum çocuk gülüşleri gibi güzel…
içlerinde tek bir tanesi yalnızca benimdi derken
dört bir yandan çocuklar çığlık çığlığa bağrıştı
ortak oldu da yıldızıma, hepsi canı gönülden
ben öldüm sevinçten… öldüm sevgiden!...
yasemin kokulu balkonlarda çocuklar salkım saçak
yarını meçhul çocuklar…yarını hiç olmamış,
yoksul sokaklardaki ceylan gözlü çocuklar…

bir yıldız kaydı gecenin lacivert karanlığında
hiç dönüşümsüz…hiç bilinmeyene doğru
ah! çocukların umut bakan gözleri
dikildi umarsızca gökyüzüne
küskün sakız sardunyalarına değen soluk yüzleriyle…
yasemin kokulu dilekler tutuldu, niyetler edildi
çocukların Tanrıya niyaz edişlerinde…
küçük avuçlarında yıldızların ışıması gibi
büyük umutlarda beklenti oldu duaları
ah! beklenti oldu duaları…

http://www.tulaycellek.com/tulay/eser1.asp?id=1643

----------------------------------------------------------------------------------


İPEKTENDİ MÜJDELER


hüzün
bir tül gibi sardı acılı bedenimi
kara çarşaflara sarılıp sarmalandım
içinden hiç azat olmayacakmış gibi…

bir hançer saplıydı göğsümde hep
çığlıklar içimde gömülü kaldı
ah! çığlıklar içimde gömülü kaldı…

kısır devinimli çırpınışlarla
umarsız dualara durdu bedenim
avuçlarım tanrıya uzandı
tanrıya ulaştı umutsuz yüreğim…

ben hiç ummazken azat olmayı
kara çarşaflar açıldı üstümden
kaydı yere sessiz bir su gibi
umutsuzluk aktı gitti
acılı bedenimden…

uzaklardan bir yerlerden duyuldu
bir bebek ağlaması…ipekten
merhem oldu gönül yaralarıma
otadı içimdeki onmaz ağularımı

müjde oldu umutlarıma apansız
ah! müjde oldu umutlarıma
bir bebek ağlaması ipekten
gül yaprağı oldu taze kokulu…

hiç ummazken ben… apansız
…apansız selli yağmurlar
yağdı üstüme, kutsal sular gibi
tanrının hediyesiydi bana sanki…

yağdı başımdan aşağı uğdu beni
yağmur uğdu, arıttı acılı yüreğimi
ah!arıttı ağulu naçar bedenimi
arıttı hüzüne yatmış kederlerimi.

tanrımın yüce huzurunda bana
bir müjde gibi bebek ağlamasında.
şükürler ediyorum tanrım sana…ve
umuda yatmış taze gül kokulu
ipekten bebek ağlamasında…

20 Mayıs 2009 Çarşamba

19 Mayıs 2009 Salı

ESKİ ZAMAN FOTOĞRAFLARI

Evde oturmuş televizyondaki haberleri izlemekteyken kapı zili çaldı. Gelen apartman görevlisiydi. Binamızdaki yaşlı komşumun bir ricası varmış benden. Yaşlı dedimse seksenlerinde ama demir kapı gibi sağlam maşallah. Dairesine gittiğimde bana ayaküstü gece çok rahatsızlandığını anlattı; bu yüzden bu gün sokağa çıkmasının imkansız olduğunu söyledi ve elime tutuşturduğu bir kağıtla birlikte yine bin bir ricayla, özürle gönderdi beni evime.
Münevver teyze öl dese ölürüm ben; var elbet sebepleri!...Onun bana olan emekleri boyumu aşar…Tez giyindim, attım kendimi sokağa. Birkaç durak ötedeki poliklinikten onun tahlil sonuçlarını alıcam. Henüz vakit var, ben de biraz yürümüş olurum caddeye kadar; oradan sarı dolmuşlara binerim Kadıköy yapan diye düşünüyorum. Sonbahar mevsiminde olmamıza rağmen hava yağışlı ve oldukça soğuk. Çevrede “Park ve Bahçeler Müdürlüğü” nün araçlarıyla çalışanları var. Yol üstündeki ağaçları buduyorlar. Nereden nereye, aklıma ilkokul öğretmenimizin sözü geliyor. “Ağaçlara, bitkilere zarar vermeyin, kesip kırmayın, onların da canı var; ağlarlar sanki kesildiklerinde, su sızdırırlar kesilen yerlerinden” diyen. Elimde olmadan budanan ağaçların kesilmiş yerlerine bakıyorum, henüz kararmamış o beyazlıktan su sızıyor mu, ağaçlar ağlıyor mu diye. Canım öğretmenimin “Aynı zaman da aile dostumuzdu kendisi” biz çocuklara duygusallık aşılayıp, doğruyu öğretmesinin izleri tebessüm oluyor gönlümde. Daha nice güzel öğretiler, nice…”Açık kalmış çeşme, musluk görünce kapatacağız, hayvanlara zulmetmeyeceğiz, yere çöp atmayacağız, kapımızın önünü de temiz tutacağız, yaşlılara, kimsesizlere, fakir fukaraya yardım edeceğiz”… Hep insanın kendisinden başkasına da yönelik öğretiler. Bu yaşımda dahi yüreğimde mührü kalmış öğretiler…

Yoluma devam ediyorum hiç acelesiz, zira yürüyüşte hızlandığım anda tansiyonum çıkıyor ve çarpıntı içinde kalıyorum. Yaşım-başım malum. Hava açtı, yağmur durdu. Yerlere düşen sonbahar yapraklarının güzelliğini yaşamak mümkün değil. Çamurlu kaldırımlar alabildiğine çerçöp içinde, tükürükler de cabası. Sokağa terkedilmişliği her halinden belli olan yaşlı, oldukça bakımsız kalmış, çok da kirlenmiş bir Kaniş cinsi köpek, bilinçsizce sağa sola koşturuyor; belli ki sahibini arıyor hala. Günahını almayayım sahibinin şimdi diyorum, önyargılı olup da; olur ya, ölmüştür belki…Belki de felç durumu, ya da bunayıp da kendine dahi bakamama durumu. Yok eğer sıktıysa artık köpek onu, hevesini aldıysa, köpeğin hastalığı, masrafı derken, attıysa hayvanı kapı dışarı!?

Bir ağaç dibine ve biraz ileride de duvar dibine bırakılmış leblebiye benzer hazır kedi mamaları görüyorum, yanında yoğurt kasesine konmuş su. İçimde bir sıcaklık, minicik bir ışık yanıp, umut oluyor insanlığa dair. Tam ümit kesilmemeli, onca dünya iyisi insanlar da var tabii ki, çok şükür sevinçlerimde. Ama ne çok yozlaşan, ne çok duyarsızlaşan, insanlıktan çıkmış, “Sözde” insanlar var… İyi ki “İnsan olan insanlar” var şu dünyayı katlanılacak eden. Bunca örnekler varken, konu taze olduğundan mıdır nedir, nedense aklıma televizyonda izlediğim bir ülkedeki çatışmaların görüntüleri geliyor ve insan insana nasıl bu kadar acımasız olabilir diye aklımın havsalamın almadığı… oysa ne çok örnek… ne çok bin beterleri…

Bu düşünceler içindeyken bayağı da yol almışım bile bile. Hızlı yürümüyorsam bari çok yol kat edeyim diye. Sonunda Münevver teyzenin dediği Polikliniğe giriyorum ve elimdeki kağıdı sekreter kıza verip, bekleme salonunda ki bir sandalyeye adeta çöküyorum. İçerisi oldukça modern döşenmiş ve temiz. “Yarım saat kadar bekleyeceksiniz, sonuçlar henüz çıkmamış” diyor, ortama hiç uymayan ve sırıtan pullu ışıltılı giyimli, bir o kadar da ağır makyajlı kız. Onun, kocaman halka küpelerine bakarken daha da yoruluyorum.
Sağımda solumda oturan insanlar endişeli bir bekleyişte ve sanki hepsi diken üstünde. İki basamak üstteki loş salon bölümünde ise kaynaşmalı, hareketli bir gurup var görünen; sanki sessiz olmaya özen gösteren. Dikkatimi çekince ısrarlı baktığımda merak edip de, ben yaşlarda bir kadının oturduğu yerde, başını iki ellerinin arasına almış, inler gibi ağladığını görüyorum. Etrafındakiler en yakınları besbelli; adeta çırpınıyorlar ağlayan kadını tesellilerinde. Bana hiç yabancı gelmeyen çaresizliklerinde…bana hiç yabancı gelmeyen…

Kendimi dışarı atmışım bilinçsizce; nasıl olsa yarım saat var tahlil sonuçlarını almaya. Polikliniğin yan tarafında ki dar bir sokak içine dalıyorum, maksat dışarıda vakit geçsin. Çöplerden atık kağıt, plastik vs. toplayan on üç-on dört yaşlarındaki çocuk, ben yanından geçerken soruyor,
--- Bi cigaran var mı abla be?!
Yanımda binde bir içtiğim keyif sigaram hep vardır. Bazen paketinde kurur, unutulur da. Geri dönüp cevaplıyorum kir pas içindeki esmer çocuğu.
---Var diyorum, henüz yaşının küçük olduğuna aldırmadan. Bazen nasihatin hiç mi hiç işe yaramayacağını bilirsiniz, emin olursunuz daha o an. Paketi çıkarıp ona veriyorum. Cebinde çakmağı hazır, hemen eğilip yakıyor sigarasını, tıpkı kırk yıllık tiryaki gibi derin bir nefes çekiyor içine. Çocuğun keyfi yerine geliyor, alışık olduğu nikotini ciğerlerine çekince, yüzü aydınlanıyor.
---Saol abla be, bayram ettirdin ciğerlerime!
Bunları söyledikten sonra, tekerlekli çuvalını sürüp çekip gidiyor yanımdan. “Eyvallah abla” deyip.
Fazla yürüyecek halim yok, ilerideki çöp konteynırına yakın bir duvar eşiğine oturur gibi yapıp bekliyorum dakikaların geçmesini. Hemen önümdeki çöpün etrafına atılıp saçılmış siyah beyaz fotoğraflar görüyorum. Kağıt toplayan çocuk onlara değer biçmemiş anlaşılan, işine yarayacakları alırken de savrulmuş çöpe atılan eski zaman fotoğrafları. Yerimden kalkıp, her kareye bakıyorum tek tek. Ters veya yan durmuşları ayakkabımın burnuyla düzeltip bakış açıma göre ayarlıyorum. Bayağı ilgimi çekiyor ama net de göremiyorum pek. Yakın gözlüğümü takıp eğiliyorum yere…Siyah-beyazlıkları dahi kalmamış sanki fotoğrafların, sararmaya yüz tutmuş çoktan. Fotoğraf karelerinde hep tek bir kadın ve hep aynı kadın; nerdeyse, bir kutu resim saçılmış ıslak toprağa, hepsi de tam manasıyla antika. Yalnızlık kokuyor her kare, bakışlarda hep hüzün. Kavuşulmamış bir aşk hikayesi mi vardı?, yoksa askerken ölen nişanlısı mı?, ya da ailesini mi kaybetmiş ti de bu fotoğraflarda ki kadın. Evliydi de çocuklarını mı vermemişti kocası?... Her karede Mona Lisa gülüşü ve hüzün gözlerin de. Neyse canım, neyse ne işte! Arkamı döndüğüm de tahmin ettiğim gibi boşalmış bir daire görüyorum; alt katta yerle bir. Bu fotoğrafların sahibi olan, penceresi pas içindeki demir parmaklıklı, perdesiz. Sanki fotoğrafların sahibi gibi ev de miadını çoktan doldurmuş. Bu fotoğrafların sahibinin ölmeden önceki gözüyle bakıyorum oturduğum yere. Görünen manzara yıkık dökük örme bir duvar. Çürümüş yaşlı bir ağaç; ötesi, çöp konteynırı. Bina da, fotoğraflar da ve bu dar sokak da en az fotoğraflar kadar eski. Burada çok uzun yıllar geçirmiş bir insanın ölümünden sonra çöpe atılan öte berisi. Konteynırdan sarkan eski giysiler, orta yeri ezilip yassılaşmış sünger yatak, atılmış avizenin cam boncukları, paslı bir ekmek kutusu, çul-çaput. Hurdacı çocuğun, fotoğrafların üstüne basa basa alıp seçtiği işe yararlar da neler gitti hurda niyetine kim bilir?. Kadının hayatında ki izlerden kalanlar ise çöpe atılan, hüzün bakışlı, kimsesiz fotoğraflar.

Hayatımızın nasıl, ne şekilde, nerede biteceğini nasıl bilebiliriz?. Gözlerim doluyor ve yine, ne şekilde olursa olsun terkedilmiş, panik içinde ki Kaniş geliyor aklıma…Hep üzerimde taşıdığım defterimde ki notlarıma düşüyor hepsi. Şu iki saatte gördüklerim, duygularımla harmanlanıp, “anı- anlatı” oluyor satırlarımda…

8 Mayıs 2009 Cuma

ANLATI:

AHMAK ISLATAN YAĞMURDA


Sabah yürüyüşlerimin hep aynı görüntülerindeki monotonluğundan kurtulmak için mümkün olduğunca her seferinde değişik yollardan gitmeyi yeğlerim. Yürüyüşün tekdüzeliğinden kurtulmak için kendimce küçük meraklı huylarımı da uygularım bu arada. Evlere bakarım hep yürürken resmen aval aval. Herkes sağlık ve zayıflama amacıyla dimdik karşıya bakıp tempolu yürürken, ben hep etrafımı seyrederim; hatta, ufak bir poşet içindeki kuru dutumu cebime yerleştirir, öyle çıkarım sokağa. Amaaan, doktor yürüyüş verdi tamam da hayat zaten koşturmaca, birde ha babam tık nefes olamam bu saatten sonra; yürüyeceksem mecburi, bari keyfimce olsun bu işin hali.
En eski en rahat lastik ayakkabı, salaş eşofman, kulakta müzik, cepte kuruyemiş ohh; bir de mayışık bir tempo tuttururum kendime yeterince, evleri gözleyebileceğim kadar. Kendi kendime dedikoducu kesilirim bir güzel. Gözlerim evlerin perdelerinde, “Aaa ne kadar kirli perdeler” derim. Bakışlarım elalemin balkonlarında, bahçelerinde, “Ayyy, ellerine ne geçtiyse yığmışlar balkonlarına, bahçelerine” derim. Gördüklerimin kendi dedikoducusu kesilirim hep. İşte yine böyle bir günümdeki yürüyüş anımdan paylaşım sizlerle…

Taşındığımız bu muhitteki evlerin ve apartmanların hemen hepsinin bahçesi vardı ve uzayan bu sonbahar mevsiminin ılıman geçen havasından dolayı tüm bahçeler yemyeşildi. Mevsimine göre açan çiçekler rengarenk görünümüyle sanki baharı müjdeliyordu. Toz gibi çiseleyen, ahmak ıslatan yağmura rağmen, havanın bu kadar güzel oluşu inanılır gibi değildi. İçim çocukça bir sevinçle dolmuştu. “ İyi ki çıkmışım yürüyüşe” diye düşündüm. Etrafı daha iyi tanıyabilmek için adımlarımı şık bahçeleri olan evlerin, apartmanların bulunduğu ara sokaklara yönelttim. Aheste tempomu aksatmamaya çalışarak etrafa bakınmaya devam ediyordum. Epeyi bir yürüdükten sonra yoruldum. Sürekli deniz tarafına, aşağıya doğru yürüdüğüm için, ana caddeye çabuk çıktım ve her zaman gittiğim kafeye girip bir sandalyeye oturdum. Omzuma attığım bez çantamdan şalımı çıkarıp sarındım zira hafifçe terlemiştim. Garsonun getirdiği kahvemi içerken, yan tarafımdaki duvara asılı rafa uzanıp, müşteriler için bırakılan günlük bir gazeteyi okumaya başladım..
Ben dinlenmiştim ama dışarıdaki hava da bayağı kapanmıştı.Kara bulutlar her an bir sağanağın başlayacağını gösteriyordu. Eve gitmek için bu sefer de yine değişik bir yoldan gitmeye karar verdim; böylece eve dönüşümün daha kestirme olacağını düşündüm. Ahmak ıslatan hala yağmaya devam ediyordu. Girdiğim sokak oldukça sessiz ve sakindi. Henüz burada ki eski binalar yeni apartmanlara dönüşmemişlerdi. Eski evlerin, yüzeye vuran kasvetini hiçbir onarım, dış boya vs. kapatamazdı. Bu, yaşlı bir fahişenin, ne kadar makyaj yaparsa yapsın üstünden atamadığı, çok demodelik, çok yıpranmışlık gibiydi. Eski binalar da, kat kat sürülen boyanın altından acımasızca belli ederdi kendisini. Balkonlardaki derme çatmalık da evlere eşlik ederdi görünümlerinde. Kullanılmayan eşyaların konulduğu ve yıllarca bir daha hiç el atılmayan hurdaların yığıldığı, başka da bir işe yaramayan toz içindeki balkonları olan insanların ne kendilerine ne de çevrelerine saygıları olduğunu sanmıyorum.
Oysa ki balkonlar evimizin dışına taşan, bizi dışarıya yakın tutan, etrafa daha yakın olmamızı, hava alıp bakınmamızı, sokağa çıkamadığımız anlarda sıkıntımızı geçiren ev ilavelerimiz değil midir?; keza çoğu bahçeler de öyle. Elimize geçen hurdaları, bahçenin bir köşesine yığmaz mıyız sanki? İşte bu girdiğim sokakta da aynı görüntüler sıkça göründü gözüme. Hadi diyelim binalar çok eskimiş, yine de yılların birikimi olan bu hurdalıkları saklamanın manası var mıdır sanki? Tutumlulukla hiç ama hiç ilgisi yok bence, olsa olsa müthiş bir çevre boş vermişliği sadece. O balkonlarda üç- beş saksı çiçeği de mi çok görür insan kendisine. Neyse efendim, bu benim kendi kendime yaptığım görsel dedikodularım..

Böyle hem yürüyüp hem de bakınırken, çiçeklerini bahçe duvarından aşırıp sokağa taşırmış beyaz kasımpatına dokundum sever gibi; bu beyaz çiçekler de ahmak ıslatandan nasibini almışlardı benim gibi. Ilık ve hiç üşütmeyen bir havada yağmurun ıslaklığını saçlarımda, yüzümde ellerimde hissetmek ne güzel. Önünde durduğum bu beş katlı eski apartmanın kapısının girişindeki bir minderin üzerine oturmuş dört –beş yaşlarında bir kız çocuğu, plastik bebeğiyle oynamaktaydı. Ben eğilip çiçeği koklarken o da bana bakıp konuştu.
-- Kokmuyor onlar!
Çocuğun sempatik hali beni çekmişti; zaten açık olan bahçe kapısından içeri girdim, ben de kapı saçağının altına girdim ve çocuğa eğilip,
- Niye kokmuyormuş çiçekler peki? Diye sordum.
Çocuk yanına gidişimden memnundu, onun canının sıkıldığını anlamıştım; doğrusu sokak da, hava da oldukça kasvetliydi burada. Etrafta hiç kimse görünmüyordu.
-- Orda çok bekledi, ondan gitti kokusu bekliye bekliye.
-- Bebeğinin ismi var mı?
-- Var! Benim de ismim var!
-- Ee, neymiş isimleriniz bakalım?
-- Benim Eda, bunun ki de Hülya.
-- Hülya mı? İkinizin de ismi çok güzelmiş.
-- Şarkıcı abla var ya hani, bak bunun da gözleri aynı…Mavi.
Kız bütün sempatikliğiyle bebeğini uzatıp bana gösterdi.
-- Burada yalnız mısın Eda?
-- Hee.. babam serviste.
-- Annen nerde peki?
-- İşte..O akşama gelir, karanlık olunca.
-- Sıkılıyor musun burada? Baban hemen gelir mi şimdi?
-- Yok gelmez.. Bakkal amcayla konuşuyorlardır… Bir şey mi aldırcan sen de teyze?

Çocuğu içimde sıkıntı edip ayrıldım oradan ve küçük kızın gösterdiği taraftaki sokağın sonuna kadar epeyi yürüdüm. Oradaki tek bakkal karşıma çıkınca içeriye girdim. İçerideki iki genç adamdan biri, yani bakkalın sahibi tezgahın arkasındaydı, karşısında ayakta dirseğini tezgaha dayamış olan diğer gençle sohbete durmuşlardı. Ben içeriye girince ikisi de hafifçe doğruldular. Kapıya yakın durana yaklaştım.
-- Eda’nın babası sen misin? Diye sordum.
Yirmi beş yaşlarında görünen genç adam toparlandı ve merakla bana baktı.
-- Benim… buyurun abla, bir şey mi oldu?
-- Ben demin kapıda oynayan senin küçük kızınla sohbetteydim.
-- Öyle mi? diye sordu genç kuşku ve merakla yüzüme bakarken.
-- Bak kardeşim, sokağınız çok ıssız, o çocuk da çok yalnız. Ben Allah için yanından ayrılamadım bırakıp, korktum yani onu yalnız bırakmaktan. Sen de gelemedin bir türlü. Genç kapıcı sigarasını eğilip dışarı attı, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
-- Bak dedim, burası İstanbul kardeşim, bin bir tane bela dönüyor Ortalıkta; ben o çocuğa “ Hadi gel, babana gidelim” falan desem gelirdi hiç şüphesiz. Çocuk bu.. hiç duymuyor musun kaçırma olaylarını? O çocuğu bıraktığın yerde, belki de bir daha ömrün boyunca göremezsin. İstersen şimdi git evine, servise filan da onu da yanında götür, kızını hiç ayırma gözünden, dedim.
Genç adam ben konuşurken kıpkırmızı olmuştu. Biraz paniklemişti ve şaşkınlıkla bana bakıyordu. Hiç beklemediğim anda aniden eğilip elimi öptü ve servis sepetini kaptığı gibi aceleyle oradan uzaklaştı. Arkasına bile bakmadan koşar adım evine doğru yürüyordu.

Ergül İLTER