20 Mayıs 2009 Çarşamba

19 Mayıs 2009 Salı

ESKİ ZAMAN FOTOĞRAFLARI

Evde oturmuş televizyondaki haberleri izlemekteyken kapı zili çaldı. Gelen apartman görevlisiydi. Binamızdaki yaşlı komşumun bir ricası varmış benden. Yaşlı dedimse seksenlerinde ama demir kapı gibi sağlam maşallah. Dairesine gittiğimde bana ayaküstü gece çok rahatsızlandığını anlattı; bu yüzden bu gün sokağa çıkmasının imkansız olduğunu söyledi ve elime tutuşturduğu bir kağıtla birlikte yine bin bir ricayla, özürle gönderdi beni evime.
Münevver teyze öl dese ölürüm ben; var elbet sebepleri!...Onun bana olan emekleri boyumu aşar…Tez giyindim, attım kendimi sokağa. Birkaç durak ötedeki poliklinikten onun tahlil sonuçlarını alıcam. Henüz vakit var, ben de biraz yürümüş olurum caddeye kadar; oradan sarı dolmuşlara binerim Kadıköy yapan diye düşünüyorum. Sonbahar mevsiminde olmamıza rağmen hava yağışlı ve oldukça soğuk. Çevrede “Park ve Bahçeler Müdürlüğü” nün araçlarıyla çalışanları var. Yol üstündeki ağaçları buduyorlar. Nereden nereye, aklıma ilkokul öğretmenimizin sözü geliyor. “Ağaçlara, bitkilere zarar vermeyin, kesip kırmayın, onların da canı var; ağlarlar sanki kesildiklerinde, su sızdırırlar kesilen yerlerinden” diyen. Elimde olmadan budanan ağaçların kesilmiş yerlerine bakıyorum, henüz kararmamış o beyazlıktan su sızıyor mu, ağaçlar ağlıyor mu diye. Canım öğretmenimin “Aynı zaman da aile dostumuzdu kendisi” biz çocuklara duygusallık aşılayıp, doğruyu öğretmesinin izleri tebessüm oluyor gönlümde. Daha nice güzel öğretiler, nice…”Açık kalmış çeşme, musluk görünce kapatacağız, hayvanlara zulmetmeyeceğiz, yere çöp atmayacağız, kapımızın önünü de temiz tutacağız, yaşlılara, kimsesizlere, fakir fukaraya yardım edeceğiz”… Hep insanın kendisinden başkasına da yönelik öğretiler. Bu yaşımda dahi yüreğimde mührü kalmış öğretiler…

Yoluma devam ediyorum hiç acelesiz, zira yürüyüşte hızlandığım anda tansiyonum çıkıyor ve çarpıntı içinde kalıyorum. Yaşım-başım malum. Hava açtı, yağmur durdu. Yerlere düşen sonbahar yapraklarının güzelliğini yaşamak mümkün değil. Çamurlu kaldırımlar alabildiğine çerçöp içinde, tükürükler de cabası. Sokağa terkedilmişliği her halinden belli olan yaşlı, oldukça bakımsız kalmış, çok da kirlenmiş bir Kaniş cinsi köpek, bilinçsizce sağa sola koşturuyor; belli ki sahibini arıyor hala. Günahını almayayım sahibinin şimdi diyorum, önyargılı olup da; olur ya, ölmüştür belki…Belki de felç durumu, ya da bunayıp da kendine dahi bakamama durumu. Yok eğer sıktıysa artık köpek onu, hevesini aldıysa, köpeğin hastalığı, masrafı derken, attıysa hayvanı kapı dışarı!?

Bir ağaç dibine ve biraz ileride de duvar dibine bırakılmış leblebiye benzer hazır kedi mamaları görüyorum, yanında yoğurt kasesine konmuş su. İçimde bir sıcaklık, minicik bir ışık yanıp, umut oluyor insanlığa dair. Tam ümit kesilmemeli, onca dünya iyisi insanlar da var tabii ki, çok şükür sevinçlerimde. Ama ne çok yozlaşan, ne çok duyarsızlaşan, insanlıktan çıkmış, “Sözde” insanlar var… İyi ki “İnsan olan insanlar” var şu dünyayı katlanılacak eden. Bunca örnekler varken, konu taze olduğundan mıdır nedir, nedense aklıma televizyonda izlediğim bir ülkedeki çatışmaların görüntüleri geliyor ve insan insana nasıl bu kadar acımasız olabilir diye aklımın havsalamın almadığı… oysa ne çok örnek… ne çok bin beterleri…

Bu düşünceler içindeyken bayağı da yol almışım bile bile. Hızlı yürümüyorsam bari çok yol kat edeyim diye. Sonunda Münevver teyzenin dediği Polikliniğe giriyorum ve elimdeki kağıdı sekreter kıza verip, bekleme salonunda ki bir sandalyeye adeta çöküyorum. İçerisi oldukça modern döşenmiş ve temiz. “Yarım saat kadar bekleyeceksiniz, sonuçlar henüz çıkmamış” diyor, ortama hiç uymayan ve sırıtan pullu ışıltılı giyimli, bir o kadar da ağır makyajlı kız. Onun, kocaman halka küpelerine bakarken daha da yoruluyorum.
Sağımda solumda oturan insanlar endişeli bir bekleyişte ve sanki hepsi diken üstünde. İki basamak üstteki loş salon bölümünde ise kaynaşmalı, hareketli bir gurup var görünen; sanki sessiz olmaya özen gösteren. Dikkatimi çekince ısrarlı baktığımda merak edip de, ben yaşlarda bir kadının oturduğu yerde, başını iki ellerinin arasına almış, inler gibi ağladığını görüyorum. Etrafındakiler en yakınları besbelli; adeta çırpınıyorlar ağlayan kadını tesellilerinde. Bana hiç yabancı gelmeyen çaresizliklerinde…bana hiç yabancı gelmeyen…

Kendimi dışarı atmışım bilinçsizce; nasıl olsa yarım saat var tahlil sonuçlarını almaya. Polikliniğin yan tarafında ki dar bir sokak içine dalıyorum, maksat dışarıda vakit geçsin. Çöplerden atık kağıt, plastik vs. toplayan on üç-on dört yaşlarındaki çocuk, ben yanından geçerken soruyor,
--- Bi cigaran var mı abla be?!
Yanımda binde bir içtiğim keyif sigaram hep vardır. Bazen paketinde kurur, unutulur da. Geri dönüp cevaplıyorum kir pas içindeki esmer çocuğu.
---Var diyorum, henüz yaşının küçük olduğuna aldırmadan. Bazen nasihatin hiç mi hiç işe yaramayacağını bilirsiniz, emin olursunuz daha o an. Paketi çıkarıp ona veriyorum. Cebinde çakmağı hazır, hemen eğilip yakıyor sigarasını, tıpkı kırk yıllık tiryaki gibi derin bir nefes çekiyor içine. Çocuğun keyfi yerine geliyor, alışık olduğu nikotini ciğerlerine çekince, yüzü aydınlanıyor.
---Saol abla be, bayram ettirdin ciğerlerime!
Bunları söyledikten sonra, tekerlekli çuvalını sürüp çekip gidiyor yanımdan. “Eyvallah abla” deyip.
Fazla yürüyecek halim yok, ilerideki çöp konteynırına yakın bir duvar eşiğine oturur gibi yapıp bekliyorum dakikaların geçmesini. Hemen önümdeki çöpün etrafına atılıp saçılmış siyah beyaz fotoğraflar görüyorum. Kağıt toplayan çocuk onlara değer biçmemiş anlaşılan, işine yarayacakları alırken de savrulmuş çöpe atılan eski zaman fotoğrafları. Yerimden kalkıp, her kareye bakıyorum tek tek. Ters veya yan durmuşları ayakkabımın burnuyla düzeltip bakış açıma göre ayarlıyorum. Bayağı ilgimi çekiyor ama net de göremiyorum pek. Yakın gözlüğümü takıp eğiliyorum yere…Siyah-beyazlıkları dahi kalmamış sanki fotoğrafların, sararmaya yüz tutmuş çoktan. Fotoğraf karelerinde hep tek bir kadın ve hep aynı kadın; nerdeyse, bir kutu resim saçılmış ıslak toprağa, hepsi de tam manasıyla antika. Yalnızlık kokuyor her kare, bakışlarda hep hüzün. Kavuşulmamış bir aşk hikayesi mi vardı?, yoksa askerken ölen nişanlısı mı?, ya da ailesini mi kaybetmiş ti de bu fotoğraflarda ki kadın. Evliydi de çocuklarını mı vermemişti kocası?... Her karede Mona Lisa gülüşü ve hüzün gözlerin de. Neyse canım, neyse ne işte! Arkamı döndüğüm de tahmin ettiğim gibi boşalmış bir daire görüyorum; alt katta yerle bir. Bu fotoğrafların sahibi olan, penceresi pas içindeki demir parmaklıklı, perdesiz. Sanki fotoğrafların sahibi gibi ev de miadını çoktan doldurmuş. Bu fotoğrafların sahibinin ölmeden önceki gözüyle bakıyorum oturduğum yere. Görünen manzara yıkık dökük örme bir duvar. Çürümüş yaşlı bir ağaç; ötesi, çöp konteynırı. Bina da, fotoğraflar da ve bu dar sokak da en az fotoğraflar kadar eski. Burada çok uzun yıllar geçirmiş bir insanın ölümünden sonra çöpe atılan öte berisi. Konteynırdan sarkan eski giysiler, orta yeri ezilip yassılaşmış sünger yatak, atılmış avizenin cam boncukları, paslı bir ekmek kutusu, çul-çaput. Hurdacı çocuğun, fotoğrafların üstüne basa basa alıp seçtiği işe yararlar da neler gitti hurda niyetine kim bilir?. Kadının hayatında ki izlerden kalanlar ise çöpe atılan, hüzün bakışlı, kimsesiz fotoğraflar.

Hayatımızın nasıl, ne şekilde, nerede biteceğini nasıl bilebiliriz?. Gözlerim doluyor ve yine, ne şekilde olursa olsun terkedilmiş, panik içinde ki Kaniş geliyor aklıma…Hep üzerimde taşıdığım defterimde ki notlarıma düşüyor hepsi. Şu iki saatte gördüklerim, duygularımla harmanlanıp, “anı- anlatı” oluyor satırlarımda…

8 Mayıs 2009 Cuma

ANLATI:

AHMAK ISLATAN YAĞMURDA


Sabah yürüyüşlerimin hep aynı görüntülerindeki monotonluğundan kurtulmak için mümkün olduğunca her seferinde değişik yollardan gitmeyi yeğlerim. Yürüyüşün tekdüzeliğinden kurtulmak için kendimce küçük meraklı huylarımı da uygularım bu arada. Evlere bakarım hep yürürken resmen aval aval. Herkes sağlık ve zayıflama amacıyla dimdik karşıya bakıp tempolu yürürken, ben hep etrafımı seyrederim; hatta, ufak bir poşet içindeki kuru dutumu cebime yerleştirir, öyle çıkarım sokağa. Amaaan, doktor yürüyüş verdi tamam da hayat zaten koşturmaca, birde ha babam tık nefes olamam bu saatten sonra; yürüyeceksem mecburi, bari keyfimce olsun bu işin hali.
En eski en rahat lastik ayakkabı, salaş eşofman, kulakta müzik, cepte kuruyemiş ohh; bir de mayışık bir tempo tuttururum kendime yeterince, evleri gözleyebileceğim kadar. Kendi kendime dedikoducu kesilirim bir güzel. Gözlerim evlerin perdelerinde, “Aaa ne kadar kirli perdeler” derim. Bakışlarım elalemin balkonlarında, bahçelerinde, “Ayyy, ellerine ne geçtiyse yığmışlar balkonlarına, bahçelerine” derim. Gördüklerimin kendi dedikoducusu kesilirim hep. İşte yine böyle bir günümdeki yürüyüş anımdan paylaşım sizlerle…

Taşındığımız bu muhitteki evlerin ve apartmanların hemen hepsinin bahçesi vardı ve uzayan bu sonbahar mevsiminin ılıman geçen havasından dolayı tüm bahçeler yemyeşildi. Mevsimine göre açan çiçekler rengarenk görünümüyle sanki baharı müjdeliyordu. Toz gibi çiseleyen, ahmak ıslatan yağmura rağmen, havanın bu kadar güzel oluşu inanılır gibi değildi. İçim çocukça bir sevinçle dolmuştu. “ İyi ki çıkmışım yürüyüşe” diye düşündüm. Etrafı daha iyi tanıyabilmek için adımlarımı şık bahçeleri olan evlerin, apartmanların bulunduğu ara sokaklara yönelttim. Aheste tempomu aksatmamaya çalışarak etrafa bakınmaya devam ediyordum. Epeyi bir yürüdükten sonra yoruldum. Sürekli deniz tarafına, aşağıya doğru yürüdüğüm için, ana caddeye çabuk çıktım ve her zaman gittiğim kafeye girip bir sandalyeye oturdum. Omzuma attığım bez çantamdan şalımı çıkarıp sarındım zira hafifçe terlemiştim. Garsonun getirdiği kahvemi içerken, yan tarafımdaki duvara asılı rafa uzanıp, müşteriler için bırakılan günlük bir gazeteyi okumaya başladım..
Ben dinlenmiştim ama dışarıdaki hava da bayağı kapanmıştı.Kara bulutlar her an bir sağanağın başlayacağını gösteriyordu. Eve gitmek için bu sefer de yine değişik bir yoldan gitmeye karar verdim; böylece eve dönüşümün daha kestirme olacağını düşündüm. Ahmak ıslatan hala yağmaya devam ediyordu. Girdiğim sokak oldukça sessiz ve sakindi. Henüz burada ki eski binalar yeni apartmanlara dönüşmemişlerdi. Eski evlerin, yüzeye vuran kasvetini hiçbir onarım, dış boya vs. kapatamazdı. Bu, yaşlı bir fahişenin, ne kadar makyaj yaparsa yapsın üstünden atamadığı, çok demodelik, çok yıpranmışlık gibiydi. Eski binalar da, kat kat sürülen boyanın altından acımasızca belli ederdi kendisini. Balkonlardaki derme çatmalık da evlere eşlik ederdi görünümlerinde. Kullanılmayan eşyaların konulduğu ve yıllarca bir daha hiç el atılmayan hurdaların yığıldığı, başka da bir işe yaramayan toz içindeki balkonları olan insanların ne kendilerine ne de çevrelerine saygıları olduğunu sanmıyorum.
Oysa ki balkonlar evimizin dışına taşan, bizi dışarıya yakın tutan, etrafa daha yakın olmamızı, hava alıp bakınmamızı, sokağa çıkamadığımız anlarda sıkıntımızı geçiren ev ilavelerimiz değil midir?; keza çoğu bahçeler de öyle. Elimize geçen hurdaları, bahçenin bir köşesine yığmaz mıyız sanki? İşte bu girdiğim sokakta da aynı görüntüler sıkça göründü gözüme. Hadi diyelim binalar çok eskimiş, yine de yılların birikimi olan bu hurdalıkları saklamanın manası var mıdır sanki? Tutumlulukla hiç ama hiç ilgisi yok bence, olsa olsa müthiş bir çevre boş vermişliği sadece. O balkonlarda üç- beş saksı çiçeği de mi çok görür insan kendisine. Neyse efendim, bu benim kendi kendime yaptığım görsel dedikodularım..

Böyle hem yürüyüp hem de bakınırken, çiçeklerini bahçe duvarından aşırıp sokağa taşırmış beyaz kasımpatına dokundum sever gibi; bu beyaz çiçekler de ahmak ıslatandan nasibini almışlardı benim gibi. Ilık ve hiç üşütmeyen bir havada yağmurun ıslaklığını saçlarımda, yüzümde ellerimde hissetmek ne güzel. Önünde durduğum bu beş katlı eski apartmanın kapısının girişindeki bir minderin üzerine oturmuş dört –beş yaşlarında bir kız çocuğu, plastik bebeğiyle oynamaktaydı. Ben eğilip çiçeği koklarken o da bana bakıp konuştu.
-- Kokmuyor onlar!
Çocuğun sempatik hali beni çekmişti; zaten açık olan bahçe kapısından içeri girdim, ben de kapı saçağının altına girdim ve çocuğa eğilip,
- Niye kokmuyormuş çiçekler peki? Diye sordum.
Çocuk yanına gidişimden memnundu, onun canının sıkıldığını anlamıştım; doğrusu sokak da, hava da oldukça kasvetliydi burada. Etrafta hiç kimse görünmüyordu.
-- Orda çok bekledi, ondan gitti kokusu bekliye bekliye.
-- Bebeğinin ismi var mı?
-- Var! Benim de ismim var!
-- Ee, neymiş isimleriniz bakalım?
-- Benim Eda, bunun ki de Hülya.
-- Hülya mı? İkinizin de ismi çok güzelmiş.
-- Şarkıcı abla var ya hani, bak bunun da gözleri aynı…Mavi.
Kız bütün sempatikliğiyle bebeğini uzatıp bana gösterdi.
-- Burada yalnız mısın Eda?
-- Hee.. babam serviste.
-- Annen nerde peki?
-- İşte..O akşama gelir, karanlık olunca.
-- Sıkılıyor musun burada? Baban hemen gelir mi şimdi?
-- Yok gelmez.. Bakkal amcayla konuşuyorlardır… Bir şey mi aldırcan sen de teyze?

Çocuğu içimde sıkıntı edip ayrıldım oradan ve küçük kızın gösterdiği taraftaki sokağın sonuna kadar epeyi yürüdüm. Oradaki tek bakkal karşıma çıkınca içeriye girdim. İçerideki iki genç adamdan biri, yani bakkalın sahibi tezgahın arkasındaydı, karşısında ayakta dirseğini tezgaha dayamış olan diğer gençle sohbete durmuşlardı. Ben içeriye girince ikisi de hafifçe doğruldular. Kapıya yakın durana yaklaştım.
-- Eda’nın babası sen misin? Diye sordum.
Yirmi beş yaşlarında görünen genç adam toparlandı ve merakla bana baktı.
-- Benim… buyurun abla, bir şey mi oldu?
-- Ben demin kapıda oynayan senin küçük kızınla sohbetteydim.
-- Öyle mi? diye sordu genç kuşku ve merakla yüzüme bakarken.
-- Bak kardeşim, sokağınız çok ıssız, o çocuk da çok yalnız. Ben Allah için yanından ayrılamadım bırakıp, korktum yani onu yalnız bırakmaktan. Sen de gelemedin bir türlü. Genç kapıcı sigarasını eğilip dışarı attı, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
-- Bak dedim, burası İstanbul kardeşim, bin bir tane bela dönüyor Ortalıkta; ben o çocuğa “ Hadi gel, babana gidelim” falan desem gelirdi hiç şüphesiz. Çocuk bu.. hiç duymuyor musun kaçırma olaylarını? O çocuğu bıraktığın yerde, belki de bir daha ömrün boyunca göremezsin. İstersen şimdi git evine, servise filan da onu da yanında götür, kızını hiç ayırma gözünden, dedim.
Genç adam ben konuşurken kıpkırmızı olmuştu. Biraz paniklemişti ve şaşkınlıkla bana bakıyordu. Hiç beklemediğim anda aniden eğilip elimi öptü ve servis sepetini kaptığı gibi aceleyle oradan uzaklaştı. Arkasına bile bakmadan koşar adım evine doğru yürüyordu.

Ergül İLTER