6 Temmuz 2009 Pazartesi

ANLATI

ESKİ KONAKLAR

Sabah kahvemi içtikten sonra, birinci neden olarak yaşlı bedenime hareket olsun diye yürüyüşe çıkmak için hazırlandım. Benim yürüyüşlerimin her zaman başka bir amacı daha vardır. “Konaklar efendim, Konaklar”.
Biz dört nesildir Kadıköylüyüz. Ben çok şanslı bir kadınım; çünkü neredeyse torunumun torununu göreceğim. Atalarımızdan kalma bir söz vardır, bu kadar uzun yaşayanlar cennete gidermiş diye; eh artık orasını Allah bilir. Konu nerelerden nerelere geldi, ihtiyarlık işte.

Yürüyüşlerimin ikinci sebebi Konaklar demiştim ya, sakın şimdiki beton yığını ve görgüsüzlük abidesi binalardan bahsettiğimi sanmayın. Benim bahsettiğim, çok uzun yıllardır, içlerinde artık kimsenin yaşamadığı eski Konaklar ve Köşklerdi efendim. Sabahları, erkek torunumun bana verdiği cırt cırtlı spor lastik ayakkabıları giyer, hedefime doğru yürürüm. O gün hangi akrabamda yatılı kalıyorsam, o semtteki konağı elimle koymuş gibi bulurum. Benim oldukça kalabalık olan yakınlarım, Kadıköy’ün çeşitli semtlerinde otururlar ve ben de çok ihtiyar olduğum için onlarda sıkılıncaya kadar yatılı misafir olurum; böylece gençliğimdeki o çok iyi tanıdığım, zamanın da içlerinde kim bilir kimlerin yaşadığı Konaklara gider, onları huşu içinde seyrederim, onlarla adeta hasret gideririm. Ama bu yürüyüşlerimde illa da yalnız olmak isterim zira yanımda bana eşlik etmek isteyen birisi olursa, Konağa geldiğim de sanki tılsım bozulur ve o eski hatıralarımdaki hülyalı güzel günlerime dönemem, yanımda biri varken hayal ettiğim gibi düşünemem ve o büyülü anlara hiçbir şekilde adapte olamam.

Bütün bu beton yığını apartmanlardan, trafiğin korkunç uğultusundan, insanların her şeye duyarsızlığından, hep bir yerlere koşuşturmalarından ve boynuma zorla astıkları, titreşimli cep telefonundan nefret ediyorum. Affınıza sığınarak söylüyorum efendim, kendimi boynuma astıkları çanla, otlağa salınmış inek gibi hissediyorum.
***
O sırada hangi akrabamda yatılı kalıyorsam, o semtteki sabah yürüyüşüme çıktığımda, bildik yerdeki Konağa doğru eski bir dost gibi ziyarete giderim. Konağa vardığımda, yıkık dökük bahçe duvarına yaslanırım. Nemden yosun bağlamış, dibinde yabani incir dallarının bittiği duvara bastonumu dayadıktan sonra, üstümün kirleneceğine aldırmadan tozlu duvar kenarına oturur ve Konağı huşu içinde seyre dalarım. Ahşap duvarları kararmış, kapı ve pencereleri sımsıkı kapalı, çok uzun zamanlardan beri balkonlarından şen kahkahaların yükselmediği, ahşap cumbalarının arkasından artık kimsenin dışarıya bakınmadığı Konağa baktıkça, sanki eski güzel günlere geri dönerim. Her seferinde üzerime yoğun bir hüzün duygusu çöker; o anda, ne trafiğin gürültüsünü, ne insanların koşuşturmasını duyarım. Konağın geniş bahçesine baktığımda içim acır; çünkü malumunuz gelen geçenin çöp attığı, ağaçlarının kuruyup kavrulduğu, yabani otların sardığı toz toprak içindeki bahçenin durumu içler acısıdır. Yağmur birikintileri bahçede, içindeki çerçöple birlikte pis kokulu batakçıklar oluşturur ve sanki Konak bu bahçenin ortasında utanç içindedir. Kim bilir bir zamanlar kapalı kapılarının arkasında ne sevinçler, ne hüzünler ve ne büyük aşklar, kıskançlıklar, fedakârlıklar yaşanmıştır. Şimdi artık tüm yaşananlar hatıralarda, Konağın duvarlarındaki nişlerde, tavanlardaki işlemelerde, sırları dökülmüş aynalarda asılı kalmıştır. Sımsıkı kapalı cumbalarının arkasında yaşanan acılar, dramlar, sessiz çığlıklar, nakkaşların işlemelerinde gizlenmiştir. Konak şimdilik bütün sırlarını, iyi ve kötü günlerinin anılarını kendinde saklamak ister gibidir; ta ki, birinin kendisini satın alıp, içkili bir lokanta yapıp, pembelere boyayıp maskaraya çevirinceye kadar.