22 Ekim 2010 Cuma

DEĞERLİ ARKADAŞLAR,

BENİM YAZILARIMI BU ADRESLERDE DE OKUYABİLİRSİNİZ.




21 Ekim 2010 Perşembe

SEVGİ DÜŞLERİ ROMANIM

Piyasada 7,50 TL'ye satılan "SEVGİ DÜŞLERİ" romanımı  www.netkitap.com adresinden %40 indirimli olarak 5,40 TL'ye satın alabilirsiniz.

BAHÇE ROMANIM

Piyasada 14 TL'ye satılan "BAHÇE" isimli romanımı  www.netkitap.com adresinden %40 indirimli olarak 8.40 TL'ye satın alabilirsiniz.


Eski konakların yıpranmış, nemden yosun bağlamış, kırık dökük olan bahçe duvarlarına yaslanıp sanki "sır dolu geçmişi" seyre dalarım. Kararmış ahşap kapılarının, işlemeleri artık seçilemiyen paslı kapı tokmağının ve kafes cumbalarının ardına sığınmış flu pencerelerinin sıkı sıkıya kapalı olduğu bu yaşlı ama mağrur binalara hüzünle bakarım. Oysa, konaklardaki yaşananlar şimdi artık tavanlardaki işlemelerde, duvarlardaki nişlerde, sırları döküşmüş aynalarda saklıdır.










Sevgili okurum, kitabımı okuyup bitirdiğinizde, siz de artık çok nadir rastladığımız bu eski konaklara hüzünle bakıp, kitabımdaki konak halkını özleyeceksiniz.

AGRESİF VE KÜFÜRBAZ YABANCI

    Beş-altı sene önce, bir hafta sonu Ankara’ya gitmiştim. Kızım, damadım ve torunumla epeyidir görüşememiştim ve onları çok özlemiştim. İyi ki de gitmişim; o haftayı çok güzel sohbetler içinde geçirdik ve böylece birbirimizle hasret de gidermiş olduk. Hafta başında ise malum olduğu üzere kızım, damadım işlerine gittiler; o zaman henüz dört yaşında olan torunum da yuvaya gitti. Onların arkasından ben de o gün evi derleyip topladım ve akşam için de çocukların sevdiği yemekleri pişirdim.
    Ben kendimi bildim bileli İstanbullu olduğum için, genelde başka şehirlerimizden uzak kalmışımdır. İşte bu yüzden Ankara’ya her gelişimde orada da kendime şehri tanıma amaçlı günlük gezi programları yaparım. O gün için de Kızılay’a gitmeyi düşündüm.  Otobüs durağı, hemen sokağın başındaydı; ben de diğer yolcular gibi durakta beklemeye başladım; derken,  yabancı uyruklu olduğu her halinden belli olan çocuklu bir hanım durağa geldi ama ne geliş; hışımla, sinirle, öfkeyle geldi. Biz durakta bekleşenler ister istemez dikkatimizi ona vermiştik. Kadının çocuğu belli ki annesinin o günkü hiddetinden nasibini almıştı; zira içini çeke çeke ağlıyordu ve durağın hemen yanındaki bir ağaca kollarının yettiğince sımsıkı sarılmış; sanki annesinden uzak kalmaya çabalıyordu. Kadın görüntü olarak gayet asil, modern, bakımlı bir hanımefendi havalarındaydı ama ben bu yaşımda bile şunu anladım ki, insanların dış görünüme hiç mi hiç aldanmamak lazımmış! Duraktaki talebe genç kızlar ağaca sımsıkı sarılmaya çalışan ve hiç durmadan ağlayan, annesinin elini tutmamakta ısrarlı olan çocuğu avutmaya niyet ettiler ama yabancı kadın sert bir şekilde, daha doğrusu naletleşerek çocuğu çekti aldı sarıldığı ağaçtan; aynı anda çocuğun yanağındaki tokatın sesini duyduk. Tokat, ben de dâhil biz durakta bekleşenlerin de yanağında patladı sanki.  Şaşkın ve bir o kadar da üzgündük. Ecnebi kadın, otobüsün yaklaşmakta olduğunu görünce, çocuğun açık olan pusetini katlayıp kucakladı ve tekrar çocuğunun kolundan tutmak isteyince, bizim hiç kayıtsız kalamayan insancıl insanlarımız, bilhassa talebe kızlarımız,  bu hanıma yardım etmek istedi.   Kadın bu sefer daha da naletleşip çocuğun kolundan tuttuğu gibi attı otobüsün içine. Resmen attı çocuğu otobüsün içine! Çocuk yüzükoyun içeriye düştü ve korktuğu için ağlaması feryada dönüştü. Kadının öfkesinden hepimiz gerilmiştik. Kimimiz oturarak kimimiz ayakta otobüsün kalkmasını bekliyorduk. Kadın bir koluyla çocuğunu kavramış, puset de hala kucağında, alı al, moru mor yüzüyle kendi kendine yabancı dilde sinirle söylenip duruyordu. Bir genç tebessümle yerinden kalkıp anında ona yer verdi ama hiç oralı olmadı kadın; üstelik bir de başını çevirdi diğer tarafa. Delikanlı bozulup çıktı üst kata. Kadının gözlerindeki nefreti hiç unutmayacağım. Uzaktan el edip nefes nefese koşup gelen yolcudan sonra, hafif bir sarsmayla eski otobüs yerinden kalktı. Kadın iki eli de meşgul olduğu için, dayandığı yerden de tam destek alamayınca, nerdeyse düşer gibi oldu boşluğa ve yoluna devam etmekte olan otobüs şoförüne tuhaf bir Türkçe’yle, hışımla ve oldukça yüksek sesle bağırdı.
— Yavaş ol sen! Yavaş biraz! Hayvan!!! Eş……oğlu…şek!!! Diye, adeta patladı.
    Bütün yolcular, ben de dâhil donduk kaldık sanki. Otobüsün içine bomba düşmüş gibi olduk. Şoför otobüsü yavaşlatıp durdurdu ve arkasına dönebildiği kadar dönüp çatık kaşlarıyla kadına baktı, baktı, baktı. Cevap verip vermemekte tereddüt ediyordu ve o anda kendi kendisiyle mücadele ettiği her halinden belliydi. İçeride adeta nefesler tutulmuştu. Birkaç saniye sonra ise şoförümüz belli bir hareketle ellerini açıp kendi kendine sabır çekti ve yoluna devam etti…
İnsanlarda tık yoktu inanın! TIK YOKTU!!!
    Oturduğum yerde ateş oldum… Oldum da kavurdum kendimi! Yedim bitirdim içimi içimi! Mümkün değil… hiç hiç hiç mümkün değil kabullenemem! Ya beyin kanaması geçiririm ya da kalp kırizi. Ben bunu hazmedip de bir yere gidemem!
Hanım iki durak ötede inmek istedi ve kapıya yaklaştı, ben de anında yerimden kalkıp yanına gittim ve önünü kesip inememesi için kapıya arkamı verdim; suratına iyice yaklaşıp gözlerinin içine içine bakıp konuştum.
— Bana baksana sen!
Millet şaşkın, kadın herkesten şaşkın. Konuşmama devam ettim.
— Ne sanıyorsun sen kendini?!... Sensin hayvan!... Sensin Eş…oğlu…şek!
Israrla kapının önünde duruyordum, öylesine inip gitmesine izin veremezdim.
Kadın kekelemeye başladı kendi aksanınca.
— Evet, evet haklı siz… Haklı siz evet… Özür diledi ben… Özür diledi ben…
Otobüs durakta beklemeye devam ediyordu. Şoför düşmemden korktuğu için dayanmış olduğum orta kapıyı açmaktan vazgeçmişti; durumu bilmeyen dışarıdaki yolcular kapıya vuruyor ve açılması için sesleniyorlardı. Ecnebi küfürbaz kadın ise karşımda mıhlanmış gibi duruyordu. Ben hala kadının gözlerinin içine bakıp konuşmamı sürdürüyordum. Hırsımı alamamış, küfürlerini hazmedememiştim.
— Bulunduğun yerin kıymetini bil tamam mı?! Bizlerin de öyle!!!
— Tamam tamam… Haklı siz… Özür diledi ben… Diyordu ha bire acele acele kadın.
    Biraz öne çekildiğimde şoför kapıyı açtı nihayet; kadın, yüzü al al indi aceleyle otobüsten, küçük çocuğu tutup inmesine yardımcı oldum.
    Yolumuza devam ederken koca bir “YUH” çektim içimden. Kime mi?  Hiç tınmayan, her şeyi kabullenen otobüstekilere… Koca bir YUH!
    Ha sanmayın ki yabancı düşmanlığım filan var; ırkçılık, mırkçılık… ASLA!... Ama!!!
O kadına bunu yapmasaydım eğer, ömrüm boyunca kendime YUH çekerdim biliyorum… Ben kendimi biliyorum!

EV EKONOMİSTLERİ


     Daha evvelde vardı fakat bu kadar yaygın değildi sanki ev hanımlarının da serbest, geçici işlerde çalışması. Günümüzde çok sık rastlıyorum artık bu ev ekonomisti kadınlarımıza. Çocuklarını büyütmüş, misafir günlerinin boşluğundan, maddi olanaklarının yetersizliğinden sıkılmış ev hanımlarımız, kendine üç beş kuruş gelir getirecek işler araştırıp yapabileceği işlere yelken açmış durumdalar artık.

     İnsan istedikten sonra, öyle işler bulabiliyor ki kendisine, alternatifler karşısında kendisi de şaşırıyor. Nedir bu işler? Daha evvel de hep olan ama hızla büyüyüp kalabalıklaşan şehirlerin, mega kentlerin zaman kavramına yetişemeyen çalışan insanlarının yanında çalışabilecek çeşitli alternatifteki yardımcı ama gerekli olan işlerdir çoğu kez.

     Çalışan bireylerin çocuklarına bakmak, onların kendi evlerinde, kendi malzemeleriyle ev yemekleri pişirmek, nişan- düğün- kına gecesi durumlarında bir bilen olarak bu işleri ayarlamak, bizzat yapmak, çocuk doğum günlerinden yetişkin kutlamalarına kadar pastasından, böreğine, yemeğinden tatlısına pişirip ağırlama durumuna getirmek. Mevlitlerde, arkadaş toplantılarında, partilerde aynı şekilde bir bilen olarak o günü çekip çevirmek vs. vs .

     Tabii ki bütün bunları yapan organizasyonlar var. Üstelik her bütçeye göre kalite kalite. Ama en sıradan olanı bile pahalı gelebiliyor kişiye; üstelik elinize bir liste tutuşturuyorlar, bu listede yazılanların hangisini istiyorsunuz diye. Cebine güvenen yazdırır hepsini, güvenemeyen o olmasın şu olmasın derkeeen kuşa dönse de ikram hem kalitesiz hem de kuru mezeye kalır sandviç vs. gibi.

     Temiz mi temiz, titiz mi titiz, ev işine eli yatmış, yemeğin her türlüsünü öğrenmiş, küçük çocuklarını büyütmüş ve emekli babaya devretmiş ev hanımları artık paraya da gözünü dikmiştir haklı olarak; zaten büyüyen çocuklarla her daim artan masrafla boş oturacağına araştırır bulur olmuş kendine iş. O yemek yapmakta mı usta, tembihler sağa sola, güvenir bileğine tecrübesine, tavsiye ederler onu da bir çalışan iş kadınına.

     “ Aloo, Kadriye Hanımla mı görüşüyorum?” Konuda anlaşılır, aklı yatar kadının, e ona tavsiye eden de yıllarca ona temizliğe gelen kadındır sonuçta. Derken efendiiiim o hafta sonu yemekleri yapılır Cuma gününden mutfak sahibine. Zeytinyağlısından, sebzesine böreğine sotesine kadar. Ve memnun kalınınca her hafta sonu için anlaşılır Kadriye Hanımla…

     Başka bir evde dağ taş ütüsü biriken vardır çalışanların, üstelik geç saatlere kadar mesai yapanların. Yorucu olur haliyle iş dönüşü, temizlikçi kadın ütüye mi yetişsin, temizliğe mi? Alır bir tavsiye yine falanca ev hanımı çok güzel ütü yapıyormuş, çok da temiz bir kadın… Alınır her hafta ütüye. İş iştir.

     Yaşlı bakımı için, bebek bakımı için, hatta yaşlıya arkadaşlık için korumacı. Pazar alışverişini yapması için ve daha nice durumlar için darda ve boşta olan ev hanımlarının seçenekleri kadar işleri var şimdi.

     Şimdi Marka olmuş ünlü mağazaların da başlattığı bir kampanya gibi bir şeyle, büyük kentlerin gecekondularına da el atılmıştı, gazetelerden okumuştuk. Gecekondularda, varoşlarda yaşayan kadınlara ve genç kızlara da işler çıkmıştı. Kilolarca rengârenk örgü yünleri evlerine bırakıldı. Kazaklar, hırkalar, kaşkoller, şallar, şapkalar, eldivenler ördü ev kadınları, renk renk, desen desen. Ev kızları, ev kadınları. Şimdi hangi mağazaya girseniz böyle yığınla el yapımı, el işi giyimler ve aksesuvarlar görürsünüz. Derken çok moda olan işlemelerden dolayı da kilolarca pullar, payetler, boncuklar girdi gecekondulara, başlarında dizaynını yapan, modelini çıkaran tarif eden kişiyle, evlerde toplanılıp nakışlar işlendi kendilerine emanet edilen tüllere, satenlere gupürlere.  Kimi parça başı alır kimi yövmiye. Gelinlik satan mağazalar da detaylarla dolu pul__boncuk__inci işlemeleri, el buketi, duvak işlemeleri,… Eskiden de vardı muhakkak ama bu işler şimdi artık çok yaygınlaştı. Bir de düşük faizli banka kredisiyle iş yapan ev kadınlarımız var tabii ki; gayet de güzel götürüyorlar işlerini, hatta borçlarını ödeyip kara bile geçiyorlar; üstelik çocuklarını evlendiriyorlar… Seviniyor insan, hiç iş olmamasından, boşa geçen parasız zamanlardan bin kat iyidir diye.


4 Ekim 2010 Pazartesi

ÇAY SAATİ

bitmez hiç
günün telaşı yorgunluğu
derdi devası koşuşturması
getirdiği götürdüğü
bir de bakarsın akşamüstü
kollarda bacaklarda  
kalmaz derman.
ben bilirim hiç şaşmam
bana neyin iyi geldiğini
mutfak çağırır beni
ve bol minderli sediri.

      açtım ocağı koydum çaydanlığı
illa da porselen demlik.
otururum cam kenarına
sanki bahçeler mutfağımda
küpe çiçeği, camgüzeli,
sakız sardunyası, hanımeli
hep arkadaş olurlar bana
severim, okşarım, konuşurum
dertleşirim ben onlarla.

dertleri süpürünce sokağa
kim uğraşır kötülerle, fitne fesatla
evim benim, huzur kaynağım
yanımda kırk yıllık eşim
bir de rengarenk çiçeklerim,
demli çayım ve nankör kedim
eh ben daha ne isterim?
geldik gidiyoruz işte
şu üç günlük dünyada
ve bu yaşımda a dostlarım
      ben daha ne isterim?

23 Eylül 2010 Perşembe

MEDENİYETİ SEVMEYENLERİN MUTLU DÜNYALARI

Öyle kıskanıyorum ki onları. Biz medeniyet severler, görgü kurallarına uyanlar hakikaten hayatı çok ciddiye alıyoruz gerçekten de. Ve ona uyalım, buna uyalım, etrafta huzur olsun, komşumuzu düşünelim, kırmayalım vs. vs. vs safsatalarıyla kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz. Hayatı kendimize zehir ediyoruz.

Ben mesela! Hiç hiç hiç tavsiye etmem yazlık almayı niyet edenlere! Hiç!
Değerli okurum, yazlık alacaksan eğer, çoook şeyi de göze alacaksın. Ben şahsen çok insan sever bir mizaca sahipken, yazlık aldıktan sonra çok sinirli ve agresif biri oldum. İnanın sırf bu medeniyet sevmeyenler yüzünden. Ama bir de şimdi çok kıskanç oldum iyi mi! E böyle nasıl geniiiş olabiliyorlar, hayatın tadını çıkarabiliyorlar. İnanın imrenir oldum.

Aslında bütün kabahat bende ve benim ayarımda olanlarda. Anlatayım da okuyun efendim. Ben bu nakaratı taaam (20 SENE) dir tekrar ediyorum, afedersiniz yırtınıyorum; varsın bir kere de burada diyeyim ne çıkar.

Efendim biz işte, bu kadar sene evvel, yeşiline, güzel denizine, İstanbul'a, yakın oluşuna da vurulup aldık bu yazlığımızı. Güzel insanlar, iyi insanlar, temiz insanlar, medeni insanlar, insan gibi insanlar da bu sitedeki yan yana, yan yana dizili evlerden almaya başladılar. E tabii ki görgüsüz, insan olmaktan uzak, medeniyeti hiç hiç hiç sevmeyen insanlar da her sitede olduğu gibi, bu siteden de evlerini almaya başladılar. Aldılar efendim aldılar. Para onların parası değil mi, hem alırlar hem de görgüsüzlüğün tadını doya doya çıkarırlar!

İlk yıllar biz yeni taşındığımızda bir çift vardı ve önce onlar mücadele etmeye başladılar bu araçların, arabaların park yeri konusunda. Bakınız ve okuyunuz. O genç karı koca toplantılarda dediler ki,
( Bizler yazlığımızdan yana çok şanslıyız. Bütün bir yıl şehrin trafiğinden yorgunuz. Araç, araba görmekten, egzoz solumaktan yorgunuz. Burada Okyanus kadar geniş ARABA PARK yerimiz olduğu için şanslıyız. Lütfen arkadaşlar, arabalarınızı burnumuzun dibine, kapı önlerinize değil de park yerine park edelim. Şu kısacık tatil günlerimizi araçlarımızı görerek geçirmeyelim. Yeşillik görelim, çiçeklerimizi görelim, tabiat içinde yaşıyalım. Bakın Oto parkımız bomboş, oraya park edelim)!!!Dediler.
Ne kadar haklılar değil mi? Ama anlayana tabii ki. Anlayana efendim, anlayana!

Şimdi efendim, bizim sitemizde bir dışa bakan evler vardır, bir de içe; yani havuza ve açık spor tesislerine bakan evler vardır. Dışta kalan evlerin önünden yol geçer. Yol boyunca 20 senedir (PARK YAPILMAZ) yazılı levhalar orada öylece dururlar. İç bölümde oturanlar olsun, dış bölümde oturanlar olsun bu levhalara, toplantılardaki ikazlara, her sene hatırlatma yapan uyarılara, kağıtlara yazılıp tek tek evlerimize dağıtılan ikazlara rağmen hiiiç mi hiiiç aldırmazlar. Onlar komşularına takıntılı gözüyle bakmayı yeğlerler. Kendi insanlıkları arazi gibi son derece geniştirler. Onlar medeniyetsizliklerinin içinde çoook mutludurlar. Size de Takıntılı yaftasını vururlar, hatta ve hatta size acırlar, üzülürler, niye boş vermiyorsunuz filan diye. Onlar size gıcık olurlar; niye rahat rahat arabalarını kapı önlerine park etmeyecekmişiz diye. Onlar isterler ki ailenin hiç olmazsa bir ferdi arabasını kapısının önüne park etsin. Yeşillik, çiçekler, tabiatı, denizi görmek mi? O da ne demek şimdi! Allahın otu, çiçeği her yer zaten. Kim yürüyecek şimdi 100 metrelik teeee park yerine de araba bırakacak. Sıcakta dünyanın bi ucu yahu! Cık cık cık...

Ama neyse değerli okurlarım, bu sene site yöneticimiz biraz işi sıkıya alınca 20 SENEDİR park yerini boş veren, medeniyet sevmeyen site sakinlerinden bazıları, bu sene inanılmaz bir şekilde arabalarınla gelip hemencecik boşaltıp araçlarını PARK yerine götürmeye başlamasın mı?!!!!!!!!!!!!
Görseniz etraf nasıl güzel. Hiç araba görüntüsü olmadan, uyanınca karşı komşunuzla güler yüzle selamlaşmak ne güzelmiş. Çiçeklerinizi, birebir tabiatı görmek ne güzelmiş. Burnunuzun ucunda, camları, kaportası parıldayan malak gibi kapı önüne yatmış arabalar olmadan yazı geçirmek ne güzelmiş. O bütün sene bıktığımız trafikten, araba görüntülerinden uzaklaşmak ne güzelmiş! Şu kısacık tatil aylarında...

Ama!!!!!!!!Böyle derkeeeen ve de çok çok şükürlerdeyken nihayet medeniyet aşı tuttu falan diye düşünürkeeen. İşte o kadarmışşşşş! Arazi gibi geniş insanlar sıkıldı bütün bunlardan. Adam bakkala gidiyor, sigarasını, gastesini alıyor ve de öğleden sonra gidecek İstanbul'a, bida mı gitsin şimdi onca uzak PARK yerine Teeee 100 metrelik yer. Bu sıcakta. Bakkal dönüşü getiriyor arabasını da dayıyor kapısının önüne. Nasıl olsa gidecek ve de yola çıkacak..Haaa, sanmayın ki on Dakika sonra, yarım saat sonra, bir saat sonra. Adam denizine, havuzuna giriyor, yemeğini yiyor, kahvesini içiyor, omzunda havlu, üstünde mayosuyla sohbetlerini ediyor. Arabası güzelim tabiatın içinde kara bir malak gibi yatıyor. Adam medeniyet sevmiyor. İçinde yok. Bastırmış parayı almış yazlığı. Herkes uyuyormuş, erken yatan da varmış adaaaam sende. Çat çat çat oynar damasını da, atar zarını da, okeyin taşları şakur da şukur teeeee gece yarılarında...Adamın karısı pazara mı gitti, geldi arabayı mı boşalttı? Üüüü, sanmayın ki eşyalarını indirince bir soluklancak da arabasını götürüp bırakacak PARK yerine! Dur bakalım, buz dolabına yerleşsin her şey, yemekler yapılsın, kadın terlemiş havuzuna denizine girsin!!!
Ben de giderim köydeki çarşıya pazara, gelirim boşaltırım arabamı, götürür bırakırım park yerine, ondan sonra bakarım işime de keyfime de..Ben atmış üç yaşında kadınım. Kimsenin burnunun dibinde, gözünün önünde arabamı park etmem. Benim eşim atmış dokuz yaşında, her hafta sonu gelir, bırakacağını bırakır, oh demeden o yaşta adam hemen götürür bırakır PARK yerine... İnsanlara saygımız vardır bizim. Öyle de olması gerekir.

Siz siz olun sevgili okurlarım, medeniyeti seviyorsanız eğer, insanlara karşı hassassanız eğer, her şey bir yana İNSANSANIZ eğer, sakııın ola ki iç içe olan, yan yana olan yazlık mazlık almayın. Benden söylemesi.

"Bu yazım 20 Eylül 2010 tarihinde ha-ber.com sitesinde yayınlanmıştır."

18 Eylül 2010 Cumartesi

HAYATA HERGÜN YENİDEN SARILMAK

Akşamdan yarının heyecanını yaşarım hep, çabucak bitse derim gecenin uykusu, yeni gün başlasa yine. Kafamda bitip tükenmez planlar, hep o güne sığdırılacak. Hiç yetmeyen saatler; dakikalar ise hesapta yok hiç. İnanmayın siz doktorların şu kadar zamanı kaldı demesini kazayla duysanız bile... Şimdi hiç doyamadığınız saatlerin, saniyelerin bile bitip tükenmez upuzun geçen anlarını yaşarken... Ama daha evvel öylemiydi ya? Ah bitse şu gece de sabah olsa dedirten had safhada sabırsız ve sıkıntılı bekleyişlerin, korkuların, çok uzun süren, çok acı veren üzgünlüklerin...

Şimdi hepsini hem de epeyidir geride bırakınca, çok kıymete binen ikinci hayatın her anını doyasıya yaşayabilmek için... Her anını! Hayat bazen iğne iplik ucunda nakış yaparken, bir çocuğun minik ellerini öperken, acayip konforlu bir seyahati yaşarken, bir köpeğin, bir kedinin başını okşarken, gıdısını severken, annemle simit-çayı bahçelerde paylaşırken, kız kardeşimle kapalı çarşının bedesteninde ışıklara gömülürken, canım eşimin tuttuğu balıkları rokalayıp yerken... Şükürlerde bu gönlüm hep yaradanıma! Şükürlerde tüm ruhumla, tüm bedenimle şükürlerde yaradanıma!

Hayata sarılmak işte her günkü koşturmalarda. Öncelikle hep iyi haberler olsun yakınlarımdan, onun verdiği huzur beraberinde. Eşimin bana sık sık söylediği sözü var, hem de taaa evlendiğimizden beri " Allah sana verdiği bu canın hesabını soracak" diye. Kendime hiç acımıyormuşum, kendimi çok yıpratıyormuşum gereksiz yere diye. Ama ne yaparsınız işte. Kendisi farkında değil ama o benden daha çok koşuşturmacalar da Çalışmayı çok sevdiğinden, ben de bitip tükenmez hobilerinden. İş seyahatlerinde iki çocuğumuzu da alıp işi tatile dönüştürürdük ailecek. Denizlide bir fabrikaya mı gidilecek, hooop Pamukkale'nin sıcacık doğal havuzlarındayız, Kayseri'ye mi gidilecek iş konuşmasına fabrikalara, hooop yaparız bir Peribacaları vs... Nasıl bana moral bilseniz, aslında hep hobilerim üzerine. Göz var, göz var. Gözüme girer her şey ve her şeyiyle yaşarım ben o seyahatlerde gidilen yerleri. Arabada kucağımda hep bir defter kalem, bir iki satır düşerim ilham gelir yakalar hep olmadık yerde, bir öykü konusu çıkar bana gördüğüm kerpiç evlerden çıkan çocuklardan, gençlerden. Gözlerim çok yönlü yaşar seyahati renklerde. Ağaçların, özellikle kavakların mevsim değişikliklerindeki renklerine saplanır kalırım. Nasılda sapsarı olurlar sarının her tonunda. Yollarda sanki kana kana seyrederim her bir görüntüyü; bazen eski bir barakayı, tarladaki yalnız ağacı, çobanın kucağına aldığı yeni doğmuş bir keçi yavrusunu, bir çocuğun kucağındaki apak kuzuyu. İçim, aklım, hevesim dörtnala gider gelir resim yapma isteğimle ve yazma duygularımla. Öyle dopdoluyum ki hayata. Kış gelse de bir kanaviçeye başlasam derim, bir kırlente kocaman gül, fonu kaplayan ve tozpembe katmanlarında renklerin. Bir kadının koynundaki kolyeyi mi gördüm biryerler de, hemen boncuk çıkınımı açsam da aynısını yapmaya çalışsam ben de derim. Taksam gerdanıma şıkır da şıkır kot montumun içine. Bir filmi mi izledim, asla konuda kalmam hiç; seyrederken filmi, evin dekoru, neyi nereye asmış, mutfakta ne nereye yakışmış... Bu yaradılışım benim işte. Hiç anlayamam insanların boş bomboş oturmalarını ve çok acırım boşa geçen zamanlara ben. Ama şimdi bu yazım son satırlarıma doğru çelişkili olabilir çünkü ben yeteri kadar ve kararında bırakmadım hiçbir şeyi.


Allah korusun, kazara duysanız da sizden saklanan şu kadar ömrü kaldı sözünü, mücadeleyi bırakmayın sakın, sarılın hayata her daim. Her şey olacağına varır.

Şimdi ben eşimin sık sık dediği gibi "Allah soracak bu canın hesabını senden" sözüne yerden göğe hak verdim kafamda dank diye. Peki niye? Bayramda yorgunluktan yattım iki seksen baş dönmesinden, kalp teklemesinden. Deli miyim neyim? Sanki hayat kaçıyor ellerimden, parmaklarımın arasından. Allah dur kadın dedi sanki, tokadını vuramayınca elinle. Sana ikinci hayatını verdim ama sen harcıyorsun kendini yine... eee olacağı buydu işte, her şeyin de bir kararı var. Televizyon bile izleyemedim, gazete bile okuyamadım, kimse gelip de rahatsız etmedi, ayaklanmayayım izzet ikramda diye; güya ben onlar için hazırladım, pişirdim zeytinyağlılar, köfteler daha neler. Evi de süsledim bir güzel sonra da düştüm yatağa işte. Bayram bayram, yataklarda ben. Siz siz olun ipin ucunu kaçırmayın benim kadar, canınızın kıymetini bilin, kanepe eskitin. Sağlıkla.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

GÜNCEL SANAT DERGİSİ KISA ÖYKÜ VE KAYGUSUZ ABDAL ŞİİR YARIŞMASI DURUYURUSU

Dergimiz bölgemizin yetiştirdiği, asıl adı Alaaddin Gaybi olan ünlü halk ozanı Kaygusuz Abdal ( c. 1341-1444 ? ) adına bir şiir yarışması düzenlemektedir. Böylelikle, Kaygusuz Abdal adı gündemde daha çok yer tutacak ve ilçe olarak ona verdiğimiz değer öne çıkacaktır.

ŞİİR YARIŞMASI ŞARTLARI:

1- Yarışmada konu serbest olup, daha önce ödül almamış ve hiçbir yerde (siteler dahil) yayımlanmamış en fazla iki şiir ile katılınabilir.
2- Şiirler, altı nüsha(fotokopi) olarak ve ayrıca bir CD’ye kopyalanıp birlikte gönderilecektir.
3- Şairler gerçek isimleri ile yarışmaya katılacaklardır. (Mahlas kullananlar ayrıca belirtebilirler)
4- Katılım süreci 5 Temmuz 2010 tahihinde başlayıp, 24 Ocak 2011 tarihinde sona erecektir.
5- Eserler, PTT ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu değildir.
6- Yarışmacılar, özgeçmişini bir adet vesikalık fotoğraf, yazışma adresi, telefon ve varsa faks gibi iletişim bilgileri ile birlikte ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.
7- Ödüller; Kaygusuz Abdal Özel Ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Güncel Sanat ve Jüri Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
8- Kazananlar jüri değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.

Jüri üyeleri:

Vedat Yazıcı
Metin Turan
M. Demirel Babacanoğlu
Yaşar Yıltan
Nuri Erkal
Ahmet Arslan

KISA ÖYKÜ YARIŞMASI ŞARTLARI:
1- Yarışmada konu serbest olup, daha önce ödül almamış ve hiçbir yerde (siteler dahil) yayımlanmamış bir öykü ile katılınabilir. Öyküler, bilgisayar (12 punto) veya daktilo ile çift aralıklı yazılacak ve üç A4 sayfasını geçmeyecek.
2- Öykü, altı nüsha(fotokopi) olarak ve ayrıca bir CD’ye kopyalanıp birlikte gönderilecektir.
3- Şairler gerçek isimleri ile yarışmaya katılacaklardır. (Mahlas kullananlar ayrıca belirtebilirler)
4- Katılım süreci 5 Temmuz 2010 tahihinde başlayıp, 24 Ocak 2011 tarihinde sona erecektir.
5- Eserler, PTT ile PK: 66 Alanya/ Antalya adresine gönderilecektir. Gecikme ve kayıplardan dergimiz sorumlu değildir.
6- Yarışmacılar, özgeçmişini bir adet vesikalık fotoğraf, yazışma adresi, telefon ve varsa faks gibi iletişim bilgileri ile birlikte ayrı bir zarfa koyarak, eserleriyle birlikte göndereceklerdir.
7- Ödüller; Akdeniz Özel ödülü, Birincilik, İkincilik, Üçüncülük, Güncel Sanat ve Jüri Özendirme ödülleri olarak belirlenmiştir.
8- Kazananlar jüri değerlendirmesinden sonraki bir tarihte ilan edilecektir.

Jüri üyeleri:
Öner Yağcı
Tacim Çiçek
Münevver Ogan
Musa Dinç
İlhan Soytürk
Arslan Bayır

20 Temmuz 2010 Salı

GÜNCEL SANAT DERGİSİ TEMMUZ–AĞUSTOS SAYISI YAYINLANDI. BU SAYIDA YER ALANLAR:

ÖYKÜLERİYLE: Zekeriya SAKA, Seçkin GÜNDÜZ, Ahmet ÖNEN, Ergül İLTER, M. Fikret ÜNLÜER, Güner KUTLUK, Hatice Oya KUZGUN, İsrafil ATICI, Garip GÖRGÜLÜ, Ayten Kaya GÖRGÜN,

ARAŞTIRMALARIYLA:Zeki BÜYÜTANIR, Tarana Azimkızı, HEŞİMOVA, Sevil Nerimankızı MEMMEDİLİYEVA, Aynur RZAYEVA,

İNCELEMELERİYLE:Tamer ABUŞOĞULU, Abdülkadir GÜLER,

MAKALELER VE DENEMELERİYLE: Öner YAĞCI,Ömer KEMİKSİZ, Arslan BAYIR, Mehmet GENÇ,Musa DİNÇ, Muzaffer GÜNDOĞAR, Mürüvet CİN

ŞİİRLERLERİYLE: Mustafa Kemal YILMAZ, Hakan GÜNDOĞMUŞ, Ahmet ÇELİK, İbrahim TETİK, Mülayim TIRFIL, Filiz ALTIOK DURAK,Emel BALIKÇI, Neşe ÖZDEN, Yılmaz UYSAL, Mutlu ÖZKAYA, Ahmet CANBABA, Celal KAYA, Ferhat İŞLEK, Hülya DOĞRUSÖZLÜ, Tuba YALÇIN, Emine CİN, Nilgün BAYKIZI, Nurcan GÖKSEL, Mehmet AYDIN, Arzu KÖK, Serap GÜNERİ, Muharrem YILMAZ, Dursun AYAN, Hüseyin YÜKSEL, Sebahat Mayda YAVUZ, Süreyya AKTAŞ, Mustafa YULUĞ, Rıza ALTINBAŞ, Sema ATABAY, Nevin KONUK, İsmail YILDIZ, Turan KAYIKÇI, Şaban AKBABA, Yusuf AYMELEK, Zekine DÜNDÜR, Halise TEKBAŞ, Şerafettin ÜNALAN

ÇEVİRİLERİYLE:Baki YİĞİT, Koçkar NARKOBİL, İbrahim EROĞLU, Edit TASNADİ, Vahide BAYIR, Fikret Yılmaz ÇAVDAR,

GEZİ YAZILARIYLA: M. Demirel BABACANOĞLU, Mustafa ASLAN, Babahan ŞERİF, Mahym ROZİYEVA, Hasiyet RÜSTEMOVA,

MİZAH: Oraz YAĞMUR,

ÖZLÜ SÖZLER: Vahide BAYIR,

SÖYLEŞİ: Namık KUYUmCU

Kitap tanıtımları: Münevver DÜVER,

Duyurular

17 Nisan 2010 Cumartesi

değerli dostlar, bu dergilerde benim de şiir ve öykülerim yer almaktadır.

KÜLTÜR ÇAĞLAYANI (Eğitim, Kültür, Sanat, Edebiyat ve Halkbilimi Dergisi)
GÜNCEL SANAT (Kültür, Sanat, Edebiyat Dergisi)
İDA KÖRFEZ FANZİN (İki ayda bir yayınlanan şiir dergisi)

   Hazırlayan : Ahmet Yılmaz TUNCER (e- mail: idakorfez@gmail.com)

6 Nisan 2010 Salı

EVE DÖNÜŞÜN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Mecidiyeköy’den henüz döndüm eve, içeriye girip de kapatır kapatmaz kapımı yere çöküp öpmemek için holdeki karoları zor tuttum kendimi inanın. Ama onun yerine girişteki duvarı öptüm şükürlerde. İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşamanın bedelini ödüyoruz işte ve daha onlarca sorunları olan bu mega kentte.

Kadıköy’de (Anadolu yakasında) oturup ta karşı tarafta (Avrupa yakasında) çalışanlara Allah güç ve sabır versin. Şimdi burada çok iyi bildiğiniz, trafik sorunlarını geçelim, bırakalım kendi çıkmaz sokaklarına keşmekeşliğin içindeki koruduğu yerde, hep taptaze ve hep gündemdeki haliyle kalsın. Şehrin tam içlerinde yapılan koskocaman süper alışveriş merkezlerini de geçelim. Gelelim çığırından çıkmış bir kalabalığın önlenemez çoğalışına. Kasabaları, köyleri gelirden yana oldukça düşük, üretimden yana da oldukça kısır bir noktaya getirip, büyük şehirlere göçü önleyemeyen, göz yuman, oy peşindeki iktidarlara. “Eeee, nolmuş mu peki bu kentlere şimdi?” Öyle büyümüş öyle büyümüş ki gerçekten de mega kent olmuş. Hem köyü de içine almış, hem kasabayı da. Böyle tüm kırsallığı da içine alınca İstanbul, bir kalabalıklaşmış, bir kalabalıklaşmış ki, dolmuş ta taşıyor çoktan artık. Ne plaza alışveriş merkezleri, ne köprüler, ne otobanlar, ne trafik, ne hava, ne su; yetmiyor artık, kaldırmıyor bu şehrin kalabalıklığını. Dün de Mecidiyeköy aynen böyleydi işte; oysa sadece birkaç aydır gitmemiştim o tarafa. Bu kadar mı olur bu kalabalık?. İnanın caddede karşıdan karşıya geçmek için ışığın yanmasını beklerken, otobüs egzozlarından zehirlendim sanki. Ve ışık yanıp da geçerken karşı kaldırıma o oğul oğul insan kalabalığına şaştım da kaldım ben. Ah o yere fırlatılan sümükler, tükürükler yok mu, sigara izmaritlerini vs. yi saymıyorum bile. Hava kirliliği had safhada, kapkara duman, nefes alınmıyor hiç, gözlerim, genzim yanıyor. İşimi gördükten sonra ise Şişli’ye de gitmem gerekiyordu ama o şaşkınlığımla zor attım kendimi gelen bir otobüse; şansıma bir de boş yer bulunca çöktüm hemen koltuğa savaştan çıkmış şövalye misali gibi. Ben de sandım ki bu kadar kornaya, bu kadar itiş kakış sabırsız trafiğe karşın otobüs hemen hareket edecek. Nerdeeee! Bindiğim otobüs Halk otobüsüymüş paralı olan. Bekle bekle gitmez mübarek yoluna. Şoför Bey nerdeyse 20 dakika kadar oyaladı biz yolcuları, gider gibi yapıp yapıp. Nihayet otobüs tıkış tıkış dolunca gayet ağırdan yol aldı şoför beyimiz. NİHAYET! Şişli’ye geldik gelmesine de in inebilirsen o itiş kakış da.

Otobüste yanımda oturan bakımlı, derli toplu hanım baya öfkeliydi, kıpır kıpır kıpırdanıyordu ha bre; ben yanına oturup ta bir oh çekinceye kadar zor dayanmıştı belli. Hanımın sinirden çenesi kasılıyor, hiddetinden gözleri kısılıyordu. Hiç tanımadığı bana dönüp, fısır fısır şikâyet ediyordu habire.

— Bakar mısınız?, hala kalkacak adam.

— Hangi adam? Kalkmıyor mu?

— Yok hanfendi… Hem ben sizden evvel de çok bekledim, hanidir kalkmıyor; ha şimdi, ha şimdi derken.

Baktım kadın baya asabileşmiş beklerken otobüsün kalkmasını. Ben de anca yerleştim oturduğum yerde. Eşimin ısmarladığı dosyalar, broşürler vs. Anca konuya girdim. Gerçekten de nasıl geniiiiş bir şoför, adam arazi gibi yayla gibi geniş, hiç tınmıyor yırtınan trafiği. Kadın da sinirden boğuluyor. Yerleşmem bitince bi çığırdım hanımın hatırına Şoför Beye.

— Şoför Beyyyyy! Daha ne kadar beklicez!!!!!!!!????????

Adam pişkin, omuzdan bi yarı bakış atıp, cevapladı anında alışık olduğu gibi ezbere.

— Tamam hanım, hemen şimdi kalktım!

Ve kalktı adam, yani otobüs. Kadın bi bana baktı, bi yola baktı inanamadı. E be kadın kendi kendini sinirden yiyip bitireceğine, ünle sen de adama! Tesadüftü büyük ihtimalle zamanı dolmuş beklemesinin ama dürtmek lazımmış işte. Yorgun argın eve kapağı attığımda ise, en başta dediğim gibi, yere secde edip karoları öpmediğim kaldı hani şükürlerde.

Adaaam sen de, ben bilmez miyim sanki kendimi? Böyle yakınırım, söylenir dururum ama, özleyince karşı tarafı, ilk fırsatta da düşerim yola.

2 Nisan 2010 Cuma

MUTLULUK ÖYKÜ YARIŞMASI

2009 Yılında İzmir Doğa ve Kültür Derneği tarafından düzenlenen, konusu "MUTLULUK" olan Öykü Yarışmasına ben de "KÜFECİ ÇOCUK" adlı öyküm ile katılmıştım. Yarışma sonucunda güzel bir Teşekkür Belgesi ve övgüye değer öykülerin yayınlandığı, üst fotoğrafta görmüş olduğunuz kitap hediye edildi, sanırım bizler için en güzel hediye bu idi. Yarışmaya katılan herkesi yürekten kutluyorum.
Sizlerle paylaşmak istedim.


NOT: Bu öykümü okumak isterseniz, 07 Aralık 2009 tarihinde blog sitemde ve ha.ber.com sitesinde yayınlanan öykülerim arasında yer almaktadır.

11 Mart 2010 Perşembe

ÖTEKİ ÇOCUKLAR

Çocuklar deyince, ben onlar hakkındaki güzellikleri elimde olmadan gülümseyerek düşünüyorum. Bazıları şefkatli ve bakımlı ellerde, inanılmaz güzelliktedirler. Cici ve şık elbiseler içinde, tertemiz, kendilerine ait bol oyuncaklı, çok konforlu odalarında, karınları hep tok, beslenmeleri ve uykuları programlı çocuklar. Uyurken masalları okunan, üzerlerine titreyen ailelerine sırtını dayamış çocuklar. Güvenceler içinde, rahat, huzurlu, sıcacık ortamlarda büyüyen çocuklar. Ben onlardan yana zaten rahatım, hep böyle güzelliklerde olsun çocuklar…
Maddi durumu yetersiz olsa da çocuklarından sevgiyi hiç eksik etmemiş, onlara kol kanat germiş, dişini tırnağına takıp alabildiğine sahiplenmiş ailelerin çocukları.
Sizleri duyar gibi oluyorum; haklısınız, sağımız solumuz nice üzücü çocuk haberleriyle doluyken…
“Dünyadaki her çocuğun bütün bunları yaşamaya hakları varken, hiçbir hakka sahip olamayan çocuklar” !
Eveeet, diyelim ki çocuklara yukarıda saydıklarımın içinden birini çıkardık; diyelim ki bu çıkarttığımız “SEVGİ” olsun, diğerleri kalsın. Bütün o konfor, rahatlık vs. kalsın; peki, elde ne kalır? Koskoca bir SIFIR… Evet sıfır! İlla da sevgi ve şefkat; çok ama çok önemli. Ana, baba, yuva dirliği olsun yeter ki. Zorunlu ayrılıklarda bile çocuğun başını dayayacağı bir omuz olsun. Nice zenginliklerde ki mutsuz çocukları biliriz hepimiz, parasızlığın ise darmadağın ettiği yuvaları da biliriz; sonuçta üzülen hep çocuklardır. Peki diğer durumları yaşayan çocukları hiç düşünmemek elde mi? Bu mümkün mü?

SAVAŞ gören çocuklar. SAVAŞAN çocuklar. YARALI çocuklar. HASTA çocuklar. AÇ çocuklar. SAKAT çocuklar. Yaşının çok üzerinde ki işlerde ÇALIŞAN çocuklar. SATILAN çocuklar. FAHİŞE çocuklar. TRAVESTİ çocuklar. ENSEST İLİŞKİLERE zorlanan çocuklar. Çetelere, mafyaya MAŞA olmuş çocuklar. KAN DAVASI, TÖRE KURBANI çocuklar. Ailesinin eline silah tutuşturup KATİL ettiği masum çocuklar. Organ nakilleri için KAÇIRILAN, KANDIRILAN çocuklar. Gösterilerde, SLOGAN atan, TAŞ atan çocuklar. Doğar doğmaz, sokağa, cami avlusuna, çöplüğe ATILAN çocuklar. Yetiştirme yurtlarına, yuvalara TERKEDİLEN çocuklar. UYUŞTURUCU BATAĞINDA ki çocuklar. AFETZEDE çocuklar. Ağıllara KAPATILMIŞ, ZİNCİRLENMİŞ çocuklar. DONARAK ÖLEN AÇ çocuklar. Hapishanelerde, ıslah evlerinde, genelevlerde BÜYÜYEN çocuklar. İŞKENCE GÖREN çocuklar. OKUTULMAYAN çocuklar. EVLENDİRİLEN çocuklar. Kendisi çocukken ÇOCUĞUNU DOĞURAN çocuklar. ŞİDDET gören çocuklar.

Bir ben bilirim bunları sanki ama sevgili okurlar ne önemi var? Bütün bunları ben bilmişim, sizler bilmişsiniz neye yarar? Sonuçta bütün bunları yaşayan ÇOCUKLAR!
Peki, biz bu gün, dün, ondan evvelki günler onlar için ne yaptık?! Biz daha sonra ki günlerde onlar için ne yapacağız? Kendimize bu soruları çok sık sormamız gerekiyor aslında… çok sık.
Çocuklar hep aynı dünyanın çocukları ve her geçen gün daha da kötüye giden hayatları… Hiç olmazsa kendi çocuklarımızı sevgiyle, şefkatle büyütelim, elimizden geldiğince diğer çocuklar içinde bir şeyler yapmaya gayret edelim, ÖTEKİ çocukları da hiç unutmayalım dostlarım. Şöyle bir çevrenize göz attığınız da, dikkat edip kulak kabarttığınız da, kim bilir neler görecek, neler duyacaksınız sevgili okurlar… ÖTEKİ çocuklara dair!

5 Şubat 2010 Cuma

İLK KAR YAĞDIĞINDA

Her seferinde böyle bir duygu; çocukça bir sevinç, pırpır atan bir yürek, anında pırıl kesilen gözlerim ve aydınlanan simam. Nedeni, ilk kar düştüğünde penceremin dışındaki görüntüye.
Çok kısa sürse de mutluluk, çağıl olur bulur hücrelerimin en köhnemiş, körelmiş, unutulmuş her birinde. Çocukluk miraslarından biri olmalı. Örselenmiş iyice üstelik. Kaçak kalmış, gizlenmeyi başarmış, sığınıp korunmuş, içimde bana emanet olmuş da bilmeden, onca yıllar boyunca…Onca yıllara rağmen! Yoksa benim suçum değil!… Hiç değil! Kalmış işte, içimde gizlenmiş, ruhumla birlikte sarılıp sarmalanmış ve hala taptaze…Çocukluğumun mirası kalmış bana.
Dedim ya, benim suçum değil hiç!... Dışarıda ilk kar yağışında ben böyle en yüksek voltajdaki, en yüksek vat ampul misali aydınlık! Bir ufak çığlık, frenlenmiş boğazımda! Penceremin iç tarafında ben sıcacık, sevince durmuş içimdeki çocukla! İlk kar yağdığında hep böyle…Ama hep böyle…An meselesi de olsa.

Penceremin dışındaki soğuk hayat, hafiften keder olup da işlememiş henüz duygularıma bir süre, beklemeye yatmış sanki; ne de olsa sabah mahmurluğu. Isınamayanların, tüm üzgünlükleri basmamış daha üstüme. İzin ister gibi ruhum, suça ortak olması için bahane olup da çocuk mirasımın bana bıraktığından. Bilinç altım direniyor beni korumakta, ısrarla. Biraz hoşgörü, şu anımın sevincek olmuş durumundan. Biraz daha ne olur, biraz daha sürsün penceremin içindeki sıcacık mutluluk içimde. Aklım düşmesin hemen aceleyle penceremin dışındakilere…İlk karla birlikte ısınmanın mümkün olmadığı yerlerdeki buz tutmuş ellere. Biraz izin, biraz hoşgörü, hatta tanrıdan biraz torpil anlık sevince durmuş yüreğime…Razıyım tanrım, sadece saniyeler için olsa bile.
ERGÜLDEN