8 Mayıs 2009 Cuma

ANLATI:

AHMAK ISLATAN YAĞMURDA


Sabah yürüyüşlerimin hep aynı görüntülerindeki monotonluğundan kurtulmak için mümkün olduğunca her seferinde değişik yollardan gitmeyi yeğlerim. Yürüyüşün tekdüzeliğinden kurtulmak için kendimce küçük meraklı huylarımı da uygularım bu arada. Evlere bakarım hep yürürken resmen aval aval. Herkes sağlık ve zayıflama amacıyla dimdik karşıya bakıp tempolu yürürken, ben hep etrafımı seyrederim; hatta, ufak bir poşet içindeki kuru dutumu cebime yerleştirir, öyle çıkarım sokağa. Amaaan, doktor yürüyüş verdi tamam da hayat zaten koşturmaca, birde ha babam tık nefes olamam bu saatten sonra; yürüyeceksem mecburi, bari keyfimce olsun bu işin hali.
En eski en rahat lastik ayakkabı, salaş eşofman, kulakta müzik, cepte kuruyemiş ohh; bir de mayışık bir tempo tuttururum kendime yeterince, evleri gözleyebileceğim kadar. Kendi kendime dedikoducu kesilirim bir güzel. Gözlerim evlerin perdelerinde, “Aaa ne kadar kirli perdeler” derim. Bakışlarım elalemin balkonlarında, bahçelerinde, “Ayyy, ellerine ne geçtiyse yığmışlar balkonlarına, bahçelerine” derim. Gördüklerimin kendi dedikoducusu kesilirim hep. İşte yine böyle bir günümdeki yürüyüş anımdan paylaşım sizlerle…

Taşındığımız bu muhitteki evlerin ve apartmanların hemen hepsinin bahçesi vardı ve uzayan bu sonbahar mevsiminin ılıman geçen havasından dolayı tüm bahçeler yemyeşildi. Mevsimine göre açan çiçekler rengarenk görünümüyle sanki baharı müjdeliyordu. Toz gibi çiseleyen, ahmak ıslatan yağmura rağmen, havanın bu kadar güzel oluşu inanılır gibi değildi. İçim çocukça bir sevinçle dolmuştu. “ İyi ki çıkmışım yürüyüşe” diye düşündüm. Etrafı daha iyi tanıyabilmek için adımlarımı şık bahçeleri olan evlerin, apartmanların bulunduğu ara sokaklara yönelttim. Aheste tempomu aksatmamaya çalışarak etrafa bakınmaya devam ediyordum. Epeyi bir yürüdükten sonra yoruldum. Sürekli deniz tarafına, aşağıya doğru yürüdüğüm için, ana caddeye çabuk çıktım ve her zaman gittiğim kafeye girip bir sandalyeye oturdum. Omzuma attığım bez çantamdan şalımı çıkarıp sarındım zira hafifçe terlemiştim. Garsonun getirdiği kahvemi içerken, yan tarafımdaki duvara asılı rafa uzanıp, müşteriler için bırakılan günlük bir gazeteyi okumaya başladım..
Ben dinlenmiştim ama dışarıdaki hava da bayağı kapanmıştı.Kara bulutlar her an bir sağanağın başlayacağını gösteriyordu. Eve gitmek için bu sefer de yine değişik bir yoldan gitmeye karar verdim; böylece eve dönüşümün daha kestirme olacağını düşündüm. Ahmak ıslatan hala yağmaya devam ediyordu. Girdiğim sokak oldukça sessiz ve sakindi. Henüz burada ki eski binalar yeni apartmanlara dönüşmemişlerdi. Eski evlerin, yüzeye vuran kasvetini hiçbir onarım, dış boya vs. kapatamazdı. Bu, yaşlı bir fahişenin, ne kadar makyaj yaparsa yapsın üstünden atamadığı, çok demodelik, çok yıpranmışlık gibiydi. Eski binalar da, kat kat sürülen boyanın altından acımasızca belli ederdi kendisini. Balkonlardaki derme çatmalık da evlere eşlik ederdi görünümlerinde. Kullanılmayan eşyaların konulduğu ve yıllarca bir daha hiç el atılmayan hurdaların yığıldığı, başka da bir işe yaramayan toz içindeki balkonları olan insanların ne kendilerine ne de çevrelerine saygıları olduğunu sanmıyorum.
Oysa ki balkonlar evimizin dışına taşan, bizi dışarıya yakın tutan, etrafa daha yakın olmamızı, hava alıp bakınmamızı, sokağa çıkamadığımız anlarda sıkıntımızı geçiren ev ilavelerimiz değil midir?; keza çoğu bahçeler de öyle. Elimize geçen hurdaları, bahçenin bir köşesine yığmaz mıyız sanki? İşte bu girdiğim sokakta da aynı görüntüler sıkça göründü gözüme. Hadi diyelim binalar çok eskimiş, yine de yılların birikimi olan bu hurdalıkları saklamanın manası var mıdır sanki? Tutumlulukla hiç ama hiç ilgisi yok bence, olsa olsa müthiş bir çevre boş vermişliği sadece. O balkonlarda üç- beş saksı çiçeği de mi çok görür insan kendisine. Neyse efendim, bu benim kendi kendime yaptığım görsel dedikodularım..

Böyle hem yürüyüp hem de bakınırken, çiçeklerini bahçe duvarından aşırıp sokağa taşırmış beyaz kasımpatına dokundum sever gibi; bu beyaz çiçekler de ahmak ıslatandan nasibini almışlardı benim gibi. Ilık ve hiç üşütmeyen bir havada yağmurun ıslaklığını saçlarımda, yüzümde ellerimde hissetmek ne güzel. Önünde durduğum bu beş katlı eski apartmanın kapısının girişindeki bir minderin üzerine oturmuş dört –beş yaşlarında bir kız çocuğu, plastik bebeğiyle oynamaktaydı. Ben eğilip çiçeği koklarken o da bana bakıp konuştu.
-- Kokmuyor onlar!
Çocuğun sempatik hali beni çekmişti; zaten açık olan bahçe kapısından içeri girdim, ben de kapı saçağının altına girdim ve çocuğa eğilip,
- Niye kokmuyormuş çiçekler peki? Diye sordum.
Çocuk yanına gidişimden memnundu, onun canının sıkıldığını anlamıştım; doğrusu sokak da, hava da oldukça kasvetliydi burada. Etrafta hiç kimse görünmüyordu.
-- Orda çok bekledi, ondan gitti kokusu bekliye bekliye.
-- Bebeğinin ismi var mı?
-- Var! Benim de ismim var!
-- Ee, neymiş isimleriniz bakalım?
-- Benim Eda, bunun ki de Hülya.
-- Hülya mı? İkinizin de ismi çok güzelmiş.
-- Şarkıcı abla var ya hani, bak bunun da gözleri aynı…Mavi.
Kız bütün sempatikliğiyle bebeğini uzatıp bana gösterdi.
-- Burada yalnız mısın Eda?
-- Hee.. babam serviste.
-- Annen nerde peki?
-- İşte..O akşama gelir, karanlık olunca.
-- Sıkılıyor musun burada? Baban hemen gelir mi şimdi?
-- Yok gelmez.. Bakkal amcayla konuşuyorlardır… Bir şey mi aldırcan sen de teyze?

Çocuğu içimde sıkıntı edip ayrıldım oradan ve küçük kızın gösterdiği taraftaki sokağın sonuna kadar epeyi yürüdüm. Oradaki tek bakkal karşıma çıkınca içeriye girdim. İçerideki iki genç adamdan biri, yani bakkalın sahibi tezgahın arkasındaydı, karşısında ayakta dirseğini tezgaha dayamış olan diğer gençle sohbete durmuşlardı. Ben içeriye girince ikisi de hafifçe doğruldular. Kapıya yakın durana yaklaştım.
-- Eda’nın babası sen misin? Diye sordum.
Yirmi beş yaşlarında görünen genç adam toparlandı ve merakla bana baktı.
-- Benim… buyurun abla, bir şey mi oldu?
-- Ben demin kapıda oynayan senin küçük kızınla sohbetteydim.
-- Öyle mi? diye sordu genç kuşku ve merakla yüzüme bakarken.
-- Bak kardeşim, sokağınız çok ıssız, o çocuk da çok yalnız. Ben Allah için yanından ayrılamadım bırakıp, korktum yani onu yalnız bırakmaktan. Sen de gelemedin bir türlü. Genç kapıcı sigarasını eğilip dışarı attı, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
-- Bak dedim, burası İstanbul kardeşim, bin bir tane bela dönüyor Ortalıkta; ben o çocuğa “ Hadi gel, babana gidelim” falan desem gelirdi hiç şüphesiz. Çocuk bu.. hiç duymuyor musun kaçırma olaylarını? O çocuğu bıraktığın yerde, belki de bir daha ömrün boyunca göremezsin. İstersen şimdi git evine, servise filan da onu da yanında götür, kızını hiç ayırma gözünden, dedim.
Genç adam ben konuşurken kıpkırmızı olmuştu. Biraz paniklemişti ve şaşkınlıkla bana bakıyordu. Hiç beklemediğim anda aniden eğilip elimi öptü ve servis sepetini kaptığı gibi aceleyle oradan uzaklaştı. Arkasına bile bakmadan koşar adım evine doğru yürüyordu.

Ergül İLTER