7 Aralık 2009 Pazartesi

KÜFECİ ÇOCUK

Çocuk, sırtındaki boş küfesi olduğu halde yanıma usulca yaklaştığında ona başımla istemem işaretini yaptım; o anda pazarcıyla konuşmam bitmiş, parasını ödemiş, aldığım birkaç torba sebzeyi yere, ayaklarımın dibine koyuyordum. Bunlar olurken, çocuk daha da yaklaştı, ince ve cılız bir sesle sordu,
— Taşıyayım mı abla?
Bunu söylerken, hafifçe omzuma dokundu; onun ısrarına sinirlendim, yüzüne bakıp, biraz tersçe cevap verdim.
— İstemem dedim ya!
Gözlerinde umut söndü. Sırtındaki omuz askıları kirli ve soluktu, on dört - on beş yaşlarında olmalıydı; o mu çok zayıftı, küfe mi çok büyüktü önce anlayamadım; sonra sonra düşünüyorum da, bir anlık bakışımla, bu kadar ayrıntıyı nasıl da görmüştüm. Cevabım, gözlerindeki umudu söndürmüştü. Ona niye baktım? Elbette üç torba için küfe mi taşıtacaktım? Çocuk yenik, çocuk neşesiz ve bıkkın, yanımdan ayrıldı.
Pazarcıdan paramın üstünü ve ayaklarımın dibine bıraktığım torbalarımı eğilip yerden aldım. Hava çok güzeldi, açık ve güneşliydi, laf olsun diye pazara gelecek ne vardı sanki? Ağır ağır yürümeye başladım, içim sıkılıyordu, pazarcılar sanki beynimde bağırıyorlardı. Çocuk ince uzun, sarı benizli ve yorgundu, yine de bana sorarken gözleri umut doluydu; usulcacık çekingen dokunuşu, “ Taşıyayım mı abla” deyişi, “Yok istemem” deyince çöken sıska omuzları, yere inen göz kapakları…
Sokağın başına kadar yürümüşüm; sahi ben niye pazara gelmiştim? Sözde, önce tülbentçilere gidecektim, şu çok ilerideki tezgâhlara, iki tane oyalı, dallı güllü yazma almak için. Yazlıktaki evimizin, duvar nişlerine yayıp, Avanos’tan aldığım toprak testi ve kandillerin, daha da güzel durmaları için. İki oyalı yazma! Benim bildiğim, pazardan sebze ve meyveler, en son alınır ama ben bunu hep yapıyorum; baştan alınacak hafif şeyler dururken, gidip hemen sebzelere dadanıyorum, sanki kaçacaklar!
Durgunlaşmış, düşünceli bir halde yürürken sıkıntıyla ve merakla etrafıma bakınıyordum. İçimden de kendi kendime konuşuyordum;
Acaba küfeci çocuğa rastlar mıyım? Eğer rastlarsam kesin kararlıyım, üç torba da olsa o kocaman küfenin içine atacağım; bana mı kaldı, çocuk gözlerdeki umudu söndürmek?!
Böyle kendi kendime kızıp, içim ezik yürürken, onu gördüm; sebze tezgâhlarının arkasındaki akasya ağacının dibine, kaldırım kenarına oturmuş, boş küfesini de yanına bırakmıştı; diğer yanında ise, kendisinden birkaç yaş büyükçe bir delikanlı oturuyordu ve birbirlerine çok benzedikleri için, onları görür görmez kardeş olduklarını anlamıştım. İkisi de, oturdukları kaldırımda, yere yaydıkları bir gazete parçasının üzerindeki domates ve ekmekten oluşan yemeklerini yiyorlardı. Küfeci çocuk, ağabeyi olduğunu tahmin ettiğim gencin, bir eline ekmek parçasını, diğer eline de domatesi tutturdu; biraz daha dikkatli baktığımda, gencin kör olduğunu gördüm ve bunu anlar anlamaz göğsüm sıkıştı, adeta nefesim daraldı. Aceleyle çantamdan su şişesini çıkarıp dibinde kalan birkaç yudum suyu içtim. Tekrar onlara baktığımda, küfeci çocuğun yerinde olmadığını gördüm, etrafta da görünmüyordu. Kör olan gencin yanına gidip, artık boşalmış olan avucuna yüklüce bir para bıraktım; önce biraz ürktü ama onunla biraz konuşup sohbet edince rahatladı; hatta gördüğüm kadarıyla yüzüne bayağı bir mutluluk tebessümü oturdu. Ben ondan uzaklaşırken, onun arkamdan ettiği dualarını duyuyordum. Yine dalgın, bezgin ve amaçsız, pazar sokağının sonuna doğru yürürken onu, küfeci çocuğu gördüm; yanındaki genç kadın, elindeki karnabaharı, tepeleme dolu olan küfenin en üstüne oturttu; çocuk, hem kendi dengesini, hem de yükünün dengesini ayarlayarak doğruldu. Dizleri bükük, sırtı öne doğru eğik yürüyordu; yine de, yüzünde az önce de ağabeyinde gördüğüm gibi mutluluk tebessümü vardı. Mutlu olabilmek için ne kadar çok şeye sahipken, çoğu kez nasıl da sahip olduklarımızın farkına bile varmayız!

Çocuk, sanki son yükünü de almıştı ve küfenin askıları, sıska omuzlarına gömülmüştü. Genç kadın, hala tezgâhlara bakarak, çocuğun önü sıra yürüyordu, hiç acelesi yoktu. Çocuk yanımdan geçti, ona baktım, gözlerinde umut vardı…