24 Haziran 2009 Çarşamba

ZEMİN KAT

Her sabah olduğu gibi kapının kapanma sesiyle uyandığımda yine ter içindeydim. Babam, işine gitmek için evden çıkarken beni uyandırmaya kıyamazdı. Onun ne kadar dikkatle ve sessizce kapıyı örtmeye çalıştığını bilirdim ve bu yüzden ben de sanki o görecekmiş gibi uyuyor pozisyonumu hiç bozmazdım. Babamın, merdivenlerdeki hafif ayak seslerini dinleyip apartmandan çıkışını duyduktan sonra gözlerimi açardım ve bir müddet öylece yatağımdan, tavana yakın olan pencerenin önünden gelip geçen insanların ayaklarını seyretmeye koyulurdum.
Kadıköy’ün iç mahallelerindeki bu zemin kattaki daireyi bulduğumuzda, fiyatı babamın elindeki paraya ucu ucuna yetmişti; biz de fazla düşünmeden daireyi satın almıştık; böylece, hiç olmazsa kira derdinden kurtulmuş oluyorduk.
Zemin katta oturmanın sorunları üst katlara nazaran oldukça fazlaydı; hatta mukayese bile edilmezdi. Başka zemin katlarını bilmem ama bizim dairemizi sık sık sular basardı. Dikkatsiz davranan üst kat komşularımız yüzünden taşan tuvaletten pis sular evimizin döşemelerini kaplardı. Zavallı anneciğim ve babacığım bu yüzden çok sıkıntı çekiyordu.
Yattığım yerden tavan penceresine gözlerimi dikmiş, sokaktan gelip geçen insanların ayaklarını seyretmeye devam ediyordum; doğrusu hiç acelem yoktu; hem niye acelem olsundu ki? Annem zaten akşamdan evi derler toplardı, ertesi güne iş bırakmak istemezdi. Sekreter olarak çalıştığı doktor muayenehanesi karşı taraftaydı ve anneciğim haftanın beş günü vapurla karşıya geçer, Beşiktaş’ta ki işine giderdi. Babamın, dünyanın en hassas insanı olduğunu düşünürdüm hep; işte yine tekerlekli sandalyemi ve yerimden doğrulmayı sağlayabilecek bastonlarımı yatağımın başucuna koymuştu. Temmuz ayının bu oldukça sıcak geçen günü ve gecelerinde içerisi hamam gibi oluyordu, ben de sıcaktan ter içindeydim. Yüksekteki tavana yakın küçük pencereyi istediğimde rahatça açabilmem için babam, pencere kulpuyla yatağıma kadar uzanan telden yapılma basit bir düzenek yapmıştı. Yerimden biraz doğrulmaya çalıştım ve bu boğucu sıcakta içeriye biraz olsun hava gelsin diye telin yardımıyla camı açtım. İçeriye hiçbir zaman güneş girmezdi. Yola ucu ucuna parkeden arabalardan dolayı zemin katımız akşamüzerleri erkenden kararırdı. Camı açtığımda içeriye egzoz kokusuyla birlikte sokağın gürültüsü de doldu. Pencere önündeki demir parmaklılarımızın araları yine düşüncesizce atılan çerçöple dolmuştu; her şeye rağmen, içerisi biraz olsun serinlemişti. Ve içeriye dolan şehrin uğultulu sesi, uyku mahmurluğumu üzerimden atmıştı.

*

Kadıköy’deki zemin kat dairemizi almadan önce kirada oturduğumuz Üsküdar’daki evimiz benim açımdan anne ve babama çok kolaylık sağlamıştı; zira İlk ve Ortaokulun olduğu bina evimizle karşı karşıyaydı; dolayısıyla, tekerlekli sandalyem olmadan da, bastonlarımın yardımıyla, fazla da zorlanmadan okuluma kendi başıma gidip gelebiliyordum.

Ortaokulu bitirdiğimde, İzmir’in bir sahil kasabasında yaşayan amcam ve yengem bizi ailecek tatil yapmamız için evlerine davet etmişlerdi. Babam ve amcam arada bir telefonlaşırlardı, annem ve yengem de kısacık sohbetler ederlerdi telefonda. Amcamların çocukları yoktu, olmamıştı ama onlar çok sevdikleri köpekleriyle ve bu sahil Kasabasında ki dostlarıyla huzurlu bir yaşam sürüyorlardı. Anne ve babamın çalışıyor olması, benim de yarı felç halimden dolayı amcamların yaptığı onca davete karşın bir türlü onlara gidememiştik. Şimdi bu yaz aldığımız davete büyük ihtimalle uyabilecektik ve bu düşünce şimdiden benim uykularımı kaçırıyordu, heyecandan içim içime sığmıyordu. Nihayet beklenen oldu ve annem olsun babam olsun işlerini ayarlayıp, izinlerini aynı zamana denk getirdiler ve hiç vakit kaybetmeden amcamlara hem hasret gidermeye hem de tatil yapmaya gitmek için yola çıktık. Bir iki ufak valizle beraber tuttuğumuz taksinin bagajına benim tekerlekli sandalyemi de katlayıp koyduk. Terminale geldiğimizde otobüs firmasının da özürlüler için tecrübeli elemanlarının yardımlarıyla amcamlara gitmek üzere yola çıktık. Bebekliğimi saymazsak bu bizim için ilk defa yaptığımız bir aile yolculuğuydu. Otobüste giderken en önde oturmanın keyfini çıkarıp, kendi hayallerime dalıp gitmiştim; özürlü de olsam ben de sonuçta bir genç kızdım. En çok istediğim şey ise denizle kucaklaşmaktı. Sudan çıkabileceğimi hiç sanmıyordum. Babamın hava almam için beni ara sıra götürdüğü Kadıköy sahilindeki denize yakından bakmak hiç istemezdim, kirlilikten midem bulanırdı ama her zaman çığlıklar atarak gökyüzünde uçuşan bembeyaz martıları, iskelede vapurdan inen insanların koşuşturmalarını, çiçekçilerin çiçeklerini satabilme telaşlarını, gençlerin buluşmalarını ve karşılaşınca öpüşmelerini, karşı sahile gidecek olan motorcuların çığırtkanlıklarını seyretmeyi çok severdim. Ailece en çok sevdiğimiz şey ise, vapurlara binip Adalara ve Boğaza gitmekti. Denizi solumak, denizi seyretmek bütün sıkıntımızı alıp götürürdü sanki. Vapur düdükleri ve martı seslerine karışan, yoğun trafiğin ve insanların sesleri, şehir içi sahillerinin değişmez atmosferiydi zaten.

*

Tatil yolu güzel olduğu kadar sakat olan bedenime de oldukça yorucu olmuştu; yine de çok heyecanlı ve mutluydum. Bizi karşılamaya gelen amcamı tanımakta zorluk çektik; güneş yanığı teninin aksine saçları bembeyaz olmuştu. Amcamın otobüsün içine kadar girip beni kucaklaması ve otobüsten indirmesi bir oldu. Babamla annem valizlerimizi bagajdan alma sırasındayken yengem, yüzünden hiç eksik etmediği sevecen gülümsemesiyle bana ait çantamı bastonlarımı kavramıştı bile. Hep beraber onların artık nerdeyse antika olmuş kırmızı ANADOL arabalarına bindiğimizde, hal hatır sorabilmek için adeta birbirimizin ağzından laf kapıyorduk. Amcam hem arabayı sürüyor hem de bize, geçtiğimiz yollardaki gördüklerimizi anlatıyordu. Evlerine vardığımızda, önce beni tekrar kucaklayıp bahçelerindeki incir ağacının altına kurulu sedire oturtan amcam, anne ve babama yardım etti, araba boşaldıktan sonra da hepimiz tekrar birbirimizle sarmaş dolaş olduk. Çok oturmaktan dolayı ağrıyan sırtımı dinlendirmek için annemin dizine yatıp uzandım; annem ağrıyan belimi ovalarken, babam da tekerlekli sandalyemi açıp oturmaya hazır duruma getirdi. Hem sohbet edip hem de sürekli saçlarımı sıvazlayıp okşayan, omuzlarımı, sırtımı ovan annemin sayesinde biraz dinlendim ve biraz hareketin bana iyi geleceğini söyleyen babamı dinleyip yerimden doğruldum. Koltuk altlarıma sıkıştırdığım bastonlarımla yürümeye çalışıp, onlardan 20- 25 metre uzaklıktaki, sahile bakan bir taşın üzerine oturdum. Onlar sohbetlerine devam ederken ben kendimle baş başa kalmıştım. Manzara inanılır gibi değildi, denizden esen rüzgârı doyasıya içime çektim. Manzaranın muhteşem görüntüsünden ve deniz kokusunun içime yaydığı rehavetten çok fazla etkilenmiştim; kendimi, kapısı hiç kilitli olmayan ama yine de hep kafeste yaşayan, burada ise otobüsten indiğim andan itibaren azat edilmiş bir kuşa benzettim.

Büyük bir hilal gibi olan koy, irili ufaklı balıkçı teknelerini içinde barındırıyordu. Denizin biraz açığına demirlemiş, çoğunluğu beyaz renkte olan yatlar sanki nazlı gelinler gibi salınıyorlardı ve manzaraya daha da bir güzellik katıyorlardı. Oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla yol boyunca tüm sahil ve tepelere doğru olan yeşillikler bir kartpostal görünümündeydi. Evler adeta yeşilliğe gömülmüşlerdi, bahçelerden gelen ıhlamur kokuları, rüzgârın da yardımıyla denizin iyot kokusuna karışıyordu. Çok ani olan bu seyahat sonrası yaşadıklarımla adeta altüst olmuştum. Elimde olmadan ağlamaya başladım. İçimdeki ses isyanlardaydı; “Ölünceye kadar burada yaşamayı isterdim diyordum kendime; ölünceye kadar”…Elimde olmadan arkama baktım ve sanki uzaktan da olsa aklımdan geçen, yüreğime oturmuş bu kuvvetli duyguyu anlayacaklar diye korkuyla aileme baktım; onlar hasretlik içinde sohbetlerine devam ediyorlardı, biraz rahatlayıp bir daha da böyle ani kararlı düşüncelerime kendimi kaptırmamaya karar verdim; hatta, hafiften anne ve babama karşı vicdan azabı duyup utandım, öyle ya, her insanın kendi yaşam tarzı vardı, mecbur kalınan…

*

Amcam, hayatı boyunca burada yaşamış, burada evlenmiş ve burada balıkçılık yapmıştı. Bahçesinde yengemle tamir ettikleri balık ağları öbekler halinde yerlerde duruyordu. Yengem parayla ağ örüp, tamir işleri de yapıyordu. Burada ekseri yaz kış oturan, tümüyle burada yaşayan yerli halkın dışında, burayı benim gibi görür görmez vurulup artık burada yaşamaya başlayan sonradan gelme yerleşimciler de vardı. Amcamın dediğine göre her sene sayıları da hızla artıyordu.
Annemin ve babamın izinli oldukları sayılı tatil günleri adeta hızla erirken, buradaki güzellikleri kaybetme korkusu daha gitmeden içimde sıkıntı olmaya başlamıştı. Her şeyde olduğu gibi bunun da bir sonu olacaktı elbet diye düşünüp kendi kendimi teselli ediyordum. Amcamın yine hepimizi kayığıyla gezdirme teklifini o gün kabul etmedim. Gitmemize üç gün kalmıştı; onlara kendi kendime sahilde gezeceğimi söyledim; biraz tereddüt ettilerse de yengemin sözleriyle rahatlayıp beni kendi halime bırakmayı kabul ettiler; sonuçta, konu komşu herkes burada birbirini tanıyordu ve bura halkı köklü büyük bir aile gibiydiler.
Onlar gittiğinde evin kapısını kilitleyip bastonumun yardımıyla tekerlekli iskemleme oturdum ve sahil yoluna çıktım. Sabahın bu erken saatinde ortalık çok sakin ve güzeldi. Yanıma para cüzdanımı da almıştım, kıyıdaki bir çay bahçesine girdim ve yaklaşabildiğim kadar en ön sıradaki denize yakın masaya yaklaştım. Bana masalar ve sandalyeler arasından yer açıp gülümseyen gence çay ve çörek ısmarladım; daha sonra kendimi koyu mavi renkli, teknelere şıpır şıpır minik dalga seslerinin vurduğu denizi dinlemeye bıraktım, tertemiz deniz kokusunu derin derin soluyarak içime çektim. Kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim. Önüme gelen çöreğimi iştahla yerken, çayımı içerken mutlulukla, burukluğu aynı anda yaşıyordum. Martılar etrafımda, başımın üstünde uçarken, ötüşleriyle adeta çığlık atıyorlardı. Çayımdan son yudumu aldığımda oturduğum yerin iki masa ötesine oldukça yaşlı, sırtı hafif kamburlaşmış, saçları bembeyaz olmuş bir kadın oturdu. Ona dönüp baktığımda bana içtenlikle gülümseyerek selam verdi ve,
— Günaydın, dedi.
Ben de ona aynı şekilde cevap verdim,
— Günaydın efendim.
Masasının üzerine koyduğu bez torbasından yakın gözlüğünü ve gazetesini çıkarırken benimle konuşmasına devam etti; aynı zamanda, oturmaya hazırlandığı masayı bırakıp, bana en yakın masaya geçip oturmuştu bile. Yakınıma oturunca onun yakasına iliştirdiği Atatürk rozeti dikkatimi çekti.
— Bu gün fazla sıcak yok değil mi?
İskemlemin tekerleklerini hafifçe ona doğru çevirdim.
— Evet, haklısınız bu gün biraz rüzgârlı.
— Öyle olması daha iyi, fazla sıcak da çekilmiyor.
Ona verecek cevap bulamamıştım, yaşlı kadının susmaya hiç niyeti yoktu ve sorularıyla nerdeyse hakkımdaki her şeyi öğrenmek istiyordu. Amcamın balıkçı Hamdi Usta olduğunu öğrendiğinde çok şaşırdı; meğer onlar birbirlerini 40 yıldır tanıyorlarmış.. Kadın yöreye ait birçok şey anlattıktan sonra bana sorduğu soru karşısında birden afalladım.
— Peki, neden böyle hüzünlüsün sen bakayım?
Şaşırmıştım ama samimiyetle de cevabımı verdim.
— Buraları çok güzel… Ne yazık ki tatil üç gün sonra bitiyor, annemin babamın işlerine dönmesi gerekiyor.
— Ya! Peki, sen gitmesen olmaz mı? Kal sen burada; amcan da yengen de çok iyidir senin, ben bilirim onları.
— Yok, olmaz, seneye gene çağırdılar zaten. Hem benim… Görüyorsunuz işte, bakıma muhtacım.
— Niye? Buraya gelebildinse, her işini de yapabilirsin pekala!…
— Öyle ama okulum var, liseye kaydolacağım.
— A bak öyle ya, bazen kafam hiç çalışmıyor!

Yaşlı kadın, benimle sohbet etmekten gazetesini açıp okuyamamıştı. Yanlarına gelen çaycı gence tekrar çay söylerken ona da bir şey içip içmeyeceğini garsondan evvel davranıp sordum; o da gence dönüp,
— Her zamanki gibi dedi ve bana dönüp teşekkür etti..
Daha sonra ben gelen çayımı içerken o da kahvesini içmeye başladı. Bana öyle geldi ki sözlerimden o da çok etkilenmişti, burayı çok beğendiğimi anlamıştı.

— Biliyor musun? Senin durumunu yaşamıştım ben de çocukluğumda, bana o günlerimi hatırlattın… Sahi senin ismin neydi?
— Şeyma efendim.
— Şeyma! Ne güzel isim. Ben de buranın Nezahat hocasıyım… Emekli oldum… İzmir’de resim öğretmeniydim ben.

Yaşlı kadın bana doğru hafifçe eğildi ve sözlerine devam etti.
— Biliyor musun Şeyma yavrum? İnsanın uymaya mecbur kaldığı hayatlarını benim anne ve babam da yaşamışlardı gençliklerinde… Tabii çoktan rahmetli oldular… Onlar da öğretmendi benim gibi. Tayinleri çıktıkça, anneannem rahmetli beni bırakmamış onlara, rahat etsinler diye. Kıyamamış hem kızına hem ben torununa ve bizim oradan oraya sürüklenmemize; bu yüzden burada büyümüşüm işte. Ben o çocuk yıllarımda, sömestr tatillerinde anneannem ve dedemle giderdim çok özlediğim anne ve babamın oldukları yere; e tabii ayrılmalar zor gelirdi hepimize.
— Sizin yaşadığınız daha zormuş hocam.
— Biliyor musun nasıl yenmeye çalıştım ben bu duyguları? En azından nasıl hafifletmiş oldum?
Kadının anlattıkları çok ilgimi çekmişti, merakla sordum,
— Nasıl?
Nezahat hoca, bez çantasını karıştırıp içinden yarı açılmış bir kurşun kalem çıkardı ve bana doğru tuttu.
— İşte bununla!
Şaşırdığımı görünce anlatmaya devam etti.
— Dünyanın en güzel şeyi kalemdir Şeyma, bak bu sözümü hiç unutma yavrum. Kalem seni istediğin yere götürür, sana özgürlük sağlar ve önünde sonsuz ufuklar açar. Tekerlekli iskemlenin gidemediği yerlere götürür seni. En kapalı yerlerde bile oturur çizersin özlediğin resmi, kalemine boyaları ilave edersin, en güzel deniz resimlerini, şu gördüğün balıkçı teknelerini, şu martıları, şu güzelim yeşilliği, ağaçları çizersin, boyarsın! Hem sana bir sır vereyim mi Şeyma? Resmi yapıp bitirdiğinde ve duvarına astığında inanmayacaksın ama, sanki deniz kokusu dolar odana, martıların seslerini duyarsın adeta, dalgaların sesi vurur karyolana… Neyi özlersen, neye hasret kalırsan onu çizersin, boyarsın, tıpkı benim çocukluğumda anne ve babamın resmini çizdiğim gibi…
Ağlamaya başlamıştım, yaşlı kadın saçlarımı sıvazlayıp, bana kalemini uzattı.
— Al, bu kalem benden sana bir başlangıç için olsun.
Kalemi aldım, eğilip kadının elini öptüm, ona teşekkür ederken dahi kesin kararlıydım. Yaşlı kadının söylediklerini yapacaktım ama bir değişiklikle… Ben hep yazacaktım. Kurşun kalemimin o kendine has baştan çıkarıcı, şevk verici kokusu burnumdayken hep yazacaktım… Deniz kokusunu, martı çığlıklarını, yakasında Atatürk rozeti taşıyan Nezahat hocayı yazacaktım. Buraların posterlerini alıp yatağımdan görülebilecek yerlere asacaktım ama ben duygularımı yazacaktım ve günün birinde yazar olacaktım. Yaşlı kadının kalemini ise ömür boyu hayatıma yön vermesinin anahtarı olarak saklayacaktım.