Merhaba arkadaşlar,
Size, -SEVGİ DÜŞLERİ - adlı yeni romanımın konusunun geçtiği yer; daha doğrusu konunun doğduğu yer hakkında yazmak istedim.
Bu son romanımın konusu İstanbul’un Tarlabaşı semtinde geçiyor. Ben 50 küsur senedir İstanbul’da yaşadığım için şimdiye kadar yazdığım yazılarımda, roman veya öykülerimde konularım hep İstanbul semtlerinde geçer. İster istemez İstanbul ağırlıklı olur demeyeceğim; çünkü özellikle severek ve isteyerek yazı konularımı bu semtlerden seçip yazıyorum. İstanbul severlerin de tabii ki tercih ettikleri, kendilerini etkileyen semtleri vardır; örneğin Üsküdar, Adalar, Aksaray, Laleli, Beykoz, Sarıyer, Kalamış, Moda vs. vs. vs…Onlarca İstanbul semti. Benim tercihlerim de işte anıları sanki hücrelerime işlemiş yerlerden biri olan Beyoğlu tarafları. Klasik nostalji anlatımımda da kendimin ve yaşıtlarımın da bildiği gibi size aynı şeyleri anlatacağım. Genç kızlığımda Beyoğlu semti bir ayrıcalıktı İstanbullular için. En şık kıyafetlerimizle, Beyoğlu’nda sinemaya veya tiyatroya gitmek, o zamanın ünlü pastanelerine gitmek bir ayrıcalıktı. Ünlü Çiçek pasajı, Aynalı pasaj, Balık pazarı ve daha nice güzellikleri yaşardık o zamanın Beyoğlu’sunda. Sıraselviler, Taksim parkı, Galatasaray, Tünel; yani, bir uçtan bir uca Beyoğlu…Yan semtti sanki benim için hep Tarlabaşı…Tarlabaşı ve Beyoğlu’nun ara sokakları, arka sokakları. Çok detaylarla dolu. Çok ikircikli detaylarla dolu…Zorlu hayatların sürdürülmeye çalışıldığı arka sokaklar… Nadir de olsa vardır elbet müstesna durumlar; her şeyde olduğu gibi.
İyi ki o zamanın İstanbul’unu yaşamışım diyorum kendime hep ve işte yazılarımda bu çok sevdiğim, bende en güzel anıları bırakan, bu günkü durumuyla ise hiç alakası olmayan bu semtleri yazmadan edemiyorum yazılarımda. Oysa bu yaşıma kadar içinde yaşadığım ne çok İstanbul semtleri olmuştur, ne çok başka başka şehirler gelip geçici ve o şehirlerin başka başka semtleri… Ama işte o başka başka semtler çok da yer etmemiş demek ki ben de; ya da hafif kalmış, içime işlememiş, baskın çıkmamış.
SEVGİ DÜŞLERİ adlı son romanım Tarlabaşı’nda geçiyor. Konunun doğduğu ev Tarlabaşı’nda…Onlarca sayfayı yazarken, en başından beri hayalimde o semtteki bir ev tarifi var. Dışı sarı badanalı, penceresi demir parmaklıklı çok eski bir bina. Pencere perdesi yıllar boyu hiç yıkanmamış; lime lime. Romanımı yazmam bittiğinde kararlıyım; kitabımın kapak resmi hayalimde ki bu evin fotoğrafı olmalı! İlla da bu evin resmi olmalı! Kesin!... Bu isteğimi Editörlerimle görüşüyorum fikirlerini alıyorum ve onlarda onaylıyorlar. Bir de şu var tabii ki; öyle veya böyle tanıtım dergilerindeki, kitaplarındaki bir başkasının çektiği Tarlabaşı fotoğraflarını kullanamıyorum kitap kapağıma, yasak; cesası var! E zaten benim istediğim ev fotoğrafı da yok bilgisayarımdaki görüntülerde; çok da kaale almıyorum; hatta hiç aldırmıyorum. Ben o evin fotoğrafını kendim çekmek istiyorum.
Tamam, karar verdim; kendim gidip, arayıp bulacağım o evi! Karar verdim de bir de bana sorun! Daha o gece bende uyku falan hak getire. Heyecanım ve sabırsızlığım son haddinde; iyi de, nereden bulayım ben şimdi bu evi. Eşime bahsediyorum Beyoğlu’na gideceğimden; dolayısıyla Tarlabaşı’na gidip o evi arayacağımdan. Çocuk gibi tembihlere alıyor beni. Annem de öyle. Ya ben nolcam ki?!.Altmış yaşını aşmış marazlı bi kocakarı. Töbe töbe! Hiç vakit kaybetmeden düşüyorum yola. Bi kot, bi gömlek, paralar iç cepte, omuza bi torba çanta, içinde fotoğraf makinesi… Göztepe’de oturuyoruz ya; önce Kadıköy yaptım bi dolmuş minibüsle. Sonra bi vapur Karaköy’e, sonra da Tünel…Hayat çooook güzel! Özgürlük çok güzel! Yani o an öyle tabii ki bana. E yazmışım bi roman, son sayfayı da bitirip altına ismimi çakmışım en son. Kolay mı? Aylarca göz nuru, yazarken bi de sık sık gözyaşı bende. Nihayet bitirmişim işte. Of ki of! Deve atmışım omzumdan aşağı sanki; öyle bi rahatlama işte. Yolda bunu düşünüp hep mutlu mutlu tebessümlerde yüzüm; sırıtık bunaklar gibi…
Yürürken Tünel’den Galatasaray’a doğru nostalji hatırlayışlarıyla, sonunda giriyorum en yakın sokağından içeriye Tarlabaşı’na. Yol boyunca hemen her sokak içi sokak kafeleriyle, restoranlarıyla dolmuş. Turistler biralarını içip, yemeklerini yiyorlar. Daha içerlere yürüdükçe kafelerin yerini izbe mekanlar alıyor. Kandırmacalı. Dışı seni, içi beni yakar misali. Henüz yıkılmaya başlanmamış virane eski yapıların dış badanaları yapılmış, pencere pervazlarıyla, dış kapıları da boyanınca sözde binalar kurtarılmış…Bir de hemen hepsinin üzerinde ne olduklarını belirten bir tabela. Gece kulübü, bar, birahane vs…izbe görünümlerindeki çağrışımlarında gençlere tuzak havası olan, tuzak kokulu yerler. Küçük eski evlerin alt katlarında hiç güneş yüzü görmemiş zeminlerde ki kulüp ve barlar. Elimde olmadan sözde belli etmeden göz ucuyla bakıp geçiyorum önlerinden. Esmer, saten yelekli, beyaz gömlekli, siyah pantolonlu komi genç de yerleri süpürmeyi bırakıp bana bakıyor ve eminim turist olduğumu düşünüyor bir an; o bana bakarken ben de Barın zemine açılan kapı arkasındaki zifiri karanlığa bakıyorum ve keskin rutubet kokusunu iki metre öteden de olsa duyuyorum. Tabela yok ama duvarda KAFE_- BAR yazıyor. Sahipsiz gençleri düşünüyorum, ya da sahipsiz olmayı yeğleyen…Dibine ağu dökülmüş genç fidanları, filizleri düşünüyorum. Güne başladığım anlarımdaki özgürlük mutluluğum eriyip yok oluyor…
Daha aşağılara ilerledikçe binalar da artık içlerinde hiç oturulmaması gereken viraneler olarak ortaya çıkıyor karşıma. Tarlabaşı’nın belediyelerce yıkım kararlarının alındığı zamandan bu yana hala içlerinde sürdürülen yaşamların, viranelerin olduğu sokaklara düşüyor yolum. Aileler oturuyor buralarda, sokaklarda iri kara gözlü çocuklar oynuyor. Çoktan yıkılması gereken, içinde yaşanması artık mümkün olmayan evlerde temizlik yapan kadınlar, pencerelerini silen kadınlar, yorgun bezgin kadınlar. Çocukların beti benzi kağıt gibi. Zayıf çelimsiz, göz altları mor çocuklar. Durgun bakan, heyecansız, mutsuz çocuklar. Oynamaya mecalleri olmayan, oynayacak temiz sokakları olmayan çocuklar, evlerinin eşiklerine tünemiş ceylan bakışlı çocuklar…Sabahki neşemden utanıyorum.
Duygularımdan bir an için kaçıp o sarı badanalı, penceresi demir parmaklıklı evi arıyorum. Yaklaşık 20 kare fotoğraf çekiyorum. Sokaklar benden huylanıyor. Bazı ikircikli adamlar benden de fotoğraf çekmemden de huylanıyorlar ve nedense hemen hepsi cep telefonlarınla konuşmaya başlıyorlar. Köşe başlarında beni gözetleyen ERKETELER haberleşiyor, ben de ha bire boş evlerin fotoğraflarını çekiyorum. Bunlar beklediğim durumlar, ben huylanmıyorum ama huylanan çok. Her sokakta önüme çıkan sarı tişörtlü adam daha fazla dayanamayıp eli telefonunda bana yaklaşıp soruyor. “ Birini mi arıyorsunuz?” diye. “Yok…Ben bi mecmuaya boş evlerin resimlerini çekiyorum” diyorum. Nedense bunu söylemeye gerek duyuyorum. O an için huzuru kaçan sokağın üzerimdeki baskısını hissediyorum. Adam elinde telefonunla hala beni gözetim altında tutmaya devam ediyor…
O evi kesin bulmalıyım. Çektiğim hiçbir fotoğraf o ev değil. Her girdiğim sokak bir öncekinden berbat durumda. Çöpler sokak içlerine, duvar diplerine atılmış. Burnuma kağıt mendil tutuyorum, çöplere basmamaya çalışarak, her an büyük bir sıçanın üstüme atlamasından, başıma düşmesinden korkarak, küflü duvarlara sürtünmemeye çalışarak hiç kimsenin yaşamadığı kimsesiz evlerin fotoğraflarını çekiyorum. Başka bir sokağa geçtiğimde yolun ortasına koydukları sandalyelerinde oturan hayat kadınları görüyorum. Mini şortlarını giymişler, uzun sarı postişlerini takmışlar, bacak bacak üstüne atmışlar, büyük ihtimalle iş bekliyorlar. Anında ters yüzü dönüp oradan toz oluyorum. Öyle bir ani dönüş yapıyorum ki, bi an sendeleyip, düşecek gibi oluyorum. Kadınların arkamdan bana güldüklerinden eminim.
Doğrusu hayal kırıklığına uğruyorum. Çektiğim hiçbir fotoğraf benim romanıma uyan, o hayalimdeki ev değil. İçimdeki sese uyup son bir kez yine izbe bir sokağa giriyorum… ve işte! İşte!...İnanamıyorum! Ben bu kadar mı bu eve yakınım? Bu nasıl olabilir? Onlarca sayfayı yazarken, taa en başından beri gözümün önüne getirdiğim, hayalini kurduğum, romanıma konu yaptığım, tarifi tarifine uyan o ev, işte şimdi karşımdaydı. Tıpkı olması gerektiği gibi. Bu gerçekten de benim için mucizeydi. Mucizeydi!
Sevgili arkadaşlarım, dostlarım; işte benim kitap kapağıma koymayı tasarladığım resmim buydu. Editörlerim de fotoğrafları onaylayınca, kitabım çok içime sindi. Allah kısmet ederse Eylül sonu veya Ekim başı kitabım basılıyor. Umarım beğenirsiniz. İyi okumalar diliyorum size…Her zaman sevgiyle kalın.
Ergül İLTER
Not: Bir Tarlabaşı Ağıdı
SEVGİ DÜŞLERİ
ve
BAHÇE
Eylül sonunda D&R de, kitapçılarda.
Online satış için: www.netKİTaP.COM __ teknik@ciniusyayinlari.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder