29 Haziran 2009 Pazartesi

Bu benim kendi gerçek öyküm








O HABERDEN SONRA


Lavanta kokan beyaz çarşaflar… Eve geldiğimizde, nedense ilk aklıma gelen bunlardı. Yatak odasındaydım; öylece kapıda durmuş, içeriye bakıyordum ama sanki orada değildim, sanki uzaklardaydım da bunu hayal ediyordum. İçeriye girdim ve şifoniyerin çekmecesini kulplarından tutup, yavaşça öne doğru çektim. Kar gibi beyaz çarşaflar göründü; aynı anda hafif bir lavanta kokusunu duydum. Çarşaflara okşar gibi hafifçe dokundum ve ellerimi katlı aralara soktum. Ufak, dantel lavanta kesesi elime geldi; tozpembe renkteydi; lavantalar dökülmesin diye, ince saten kurdeleyle ağzı büzülmüştü. Yastık kılıflarını çekmeceden çıkardım. Sağ köşelerine kocamın ve benim, isimlerimizin baş harflerini belirten arma işlenmişti; onları tekrar katlayıp çekmeceye koydum; lavanta kesesini de sevgiyle koklayıp tekrar çarşafların arasına soktum. Gözlerim yaş içindeydi; üzüntü içinde yatağımın ucuna oturdum. Kocam, az önce benim durduğum yerde durmuş, kapıya yaslanmış, bana bakıyordu. Birbirimize, inanamaz gözlerdeki kederle baktık. Yavaşça gelip yanıma oturdu; sanki, benden çok onun teselliye ihtiyacı vardı. Birbirimize sarılıp ağladık.


***


Check-up yaptırmak için gittiğimiz hastanede, doktorun karşı koltuğuna oturmuş, tahlil sonuçlarını okumasını bekliyorduk. Masasının üstü, onlarca dosya ve rapor doluydu; sonunda, sıra benim raporuma geldi; nedense, içimde tarifsiz bir sıkıntı vardı ve bir an evvel buradan çıkıp, evimize gitmek istiyordum. Doktor ısrarla, yeni baştan, tekrar tekrar, tahlil sonuçlarıma bakıp epeyi inceledikten sonra son kez yine raporumu okudu ve benden gözlerini kaçıştırarak, bana değil de, kocama bir şeyler anlatmaya başladı; çünkü ben, doktorun söylediği ilk cümleden sonra, oturduğum yerden fırlamış, ellerimle yüzümü kapatmış, üç adımlık yerde, bir aşağı, bir yukarı gidip geliyordum ve “Allahım... Allahım” diye inliyordum. Doktor, duvardaki asılı şemadan, tedavi şeklini anlatıyordu ve daha sonrası için, gidebileceğimiz yabancı bir ülkenin adını söylüyordu ama kulaklarımda sadece, doktorun beni can evimden vuran cümlesi vardı ve beynimde yankı yapıyordu, "Kanda hücre çoğalması... Kanda hücre çoğalması"

***
Eve gelirken yolda çok ağladım. Trafik çok yoğundu, yollar hiç bitmeyecekti sanki. Kocamın yüzüne baktım; sanırım hastalık kendisi için denilse, bu kadar üzülmezdi. Dışarıda yağmur çiseliyor, camlara vuruyordu. Silecek bir o yana, bir bu yana çalışıyor, görevini yapıyordu. İnsanlar şemsiyelerini açmış hem yağmurdan korunmaya çalışıyorlar hem de hep bir yerlere koşuşturup duruyorlardı. Başımı arkaya yaslayıp düşünüyordum; biz otuz senedir evliydik, sevgiliydik, arkadaştık her şeydik. Elli yaşındaydım; meğer ölüm için genç sayılmazmışım, o kadar da üzülmeyeyim diye düşündüm; sözde kendi kendimi teselli ediyordum. Kocamın, direksiyonda ki elini tuttum; çok kasılmıştı, robot gibiydi. Gözünü hiç kırpmadan ileriye bakıyordu; ben elini tutunca, yüzüme baktı; bakışlarında hep o kollayıcı, o koruyucu büyük sevgi vardı. Arabayı kenara çekti ve kontağı kapatıp motoru durdurdu; bana sarıldığında, içinin titrediğini duydum, kalbi kalbimde atıyordu sanki; sanki tek bir kalp olmuştuk, o kadar çaresizdik ki, ikimiz de ağlıyorduk.

***
Yatağın üzerinde oturmuş düşünüyorduk. Şimdi çocuklarımıza nasıl söyleyecektik? Anneme, kardeşlerime, yakınlarıma ne diyecektik?Sanki bizim ailede gelenek gibiydi koruyuculuk; birbirimizi üzmemek, birbirimizin üzerine titremek; şimdi onlara ne diyecektik? Telefonla herkesi çağırıp, hepsine aynı anda ve bir kerede mi söylesek, diye düşündüm ve anında vazgeçtim. En iyisi yarına kalsındı bu iş, bu gece de rahat uyusunlar; hem yarına, yine hastanede olacağız, aç karnına onlarca tahlil, daha ince ve daha detaylı. Üzüntüden yorgun düşmüştük, kocam banyoda yüzünü yıkıyor, suyla ensesini alnını serinletiyordu. Yatağı açtım ve nedensiz yorganımızdaki nevresimleri çıkarmaya başladım. Temiz çarşaflarla değiştirmek istiyordum. Çekmecedeki lavanta kokulu beyaz çarşafları serip yatağımızı hazırladım. İçim yanıyordu. Beyaz çarşaflara uzandım yattım ve gözlerimi kapattım; sanki uzaklardan, dağlardan bir esinti geldi, beni serinletti, sanki, dağların eteklerindeki, çiçeklere uzanmış, lavantalara gömülmüştüm; öyle güzel kokuyorlardı ki, sanki ruhumda serinledi…

***

Hastaneden aldığımız bu kötü haberden sonra, eve döndüğümüz o ilk gece bizim için tam bir kâbustu. Şok da olmak bir yana, adeta vurgun yemiştik. O gece sabaha kadar ağlamalarım devam etti; çıldıracak gibiydik, bu hastalık nerden beni bulmuştu? Hep başkaları kanser olurdu ve bizler etraftan hasta olanları duydukça, televizyondan ve gazetelerden okuyup gördükçe, gerçektende çok üzülürdük; dedim ya, böyle hastalıkları hep başkaları olurdu ve bizler başkaları için kahrolurduk.
Uykuya yenildiğimiz bir gece, içim yanaraktan uyandım ve eşimi uyandırmamak için sessizce yatağımdan kalktım; aslında bir amacım yoktu ama hani derler ya, insan ruhen daralınca yere göğe sığamaz diye, işte bende öyle uyanıp kalktım ve yatak odasının kapısını örttükten sonra elimde olmadan bir uyur gezer gibi evin içinde dolanmaya başladım ve her odanın kapısında durup, ışığı yakıp içerisini seyretmeye başladım. İçeriye bakarken, düşüncelere dalmıştım. “Bu evimizi yeni almıştık ve evimiz içimize sinmişti; oldukça memnunduk. Çok zor kazanılan, alın teriyle, dürüstlükle, helal parayla alınan bir mülktü. Kızımız, bu evden beyaz gelinliğiyle, mutlu bir evliliğe adım atmıştı ve oğlumuz da askere gitmişti. Bu güzel, tatlı telaşları atlatınca, eşimle yuvamızı özenle, gönlümüze göre döşemiştik. Hazır alınandan çok, onarıp, boyayıp elden geçirdiklerimizle, kendi dekorumuzu yapıp, huzur içinde yerleşmiştik. Ben evde hiç boş duramam, hep bir şeyler üretmeye çalışırım. Kendi yaptığım yağlı boya tablolarımı duvarlara astık. Amerika’da evli olan kız kardeşimin işleyip yolladığı kanaviçe tabloları da yine boş duvarlara astık. Annemin, özenerek işlediği, göz nuru değerli işlemelerini de, masalara, sehpalara özenle yaydık. İşte şimdi, gecenin bu geç saatinde, salona girince, bu düşüncelere dalıp gitmiştim.
25. Evlilik yıldönümümüzde, eşimin bana aldığı gümüş objeyi, sehpanın üzerinden alıp, sevgiyle yanağıma bastırdım. Bana bir şey olduğunda, o ne olacaktı? Biz ikimiz, çocuklarımızla hep el ele, omuz omuza zorlukların üstesinden gelip, bu ferah günlere gelmiştik. Eşim evimizdeki vazoları hiç çiçeksiz bırakmazdı; doğum günlerimiz, evlilik yıl dönümlerimiz hiç unutulmazdı. Yaşlı komşumuzun dediği gibi, biz nazara mı uğramıştık? İnanır mısınız, benim rahatsızlığımda, evdeki yaşanan üzüntülerden ve gerginliklerden çiçeklerimiz bile bozuldu; sararıp, solup sonunda kurudular. Yeşil bir muhabbet kuşumuz vardı, ne kadar da güzel konuşurdu bilseniz. İsmi, şurup’tu. Eşim onun kafesini hep açık tutardı, etrafı kirletse de, onun hür yaşamasını isterdik; o da yemekten içmekten kesilip öldü. Yok, o sıralarda onu ve çiçeklerimizi ihmal ettiğimizden değil, aksine oyalanmak için, her zamanki gibi, güzel bakıyorduk. Neyse; biz ki onlara hala üzülmemize rağmen, birde en yakınlarımızın halini düşünün. Oğluma durumu üstü kapalı ve hastalığımı hafife alarak izah ettik; Allah’tan, askeriyede o zaman cep telefonu yasaktı da, çocuğum da diğer asker arkadaşları gibi kuyruğa girip, ortak telefondan sadece birkaç dakika konuşabiliyordu. İzine geldiğinde ise, iyi rol yaptık doğrusu; zaten arkadaşları her zaman gelip, onu alıyorlardı. Kızım ise, olayın birebir içindeydi; onun, benim için çektiği acıyı, benim için çırpınışlarını, size değil yazmak, hatırlamak dahi istemiyorum. Bunları yaşamasını hiç ama hiç istemezdim”.

***

Ertesi günü sabahı, erkenden hastaneye gittik. İşte aynen bildiğiniz ve tahmin ettiğiniz gibiydi. Kan alınmalar, tomografiler, en az üç ayrı doktorun sıkı muayenesi, elimizde dosyalarla oradan oraya koşuşturmalar ve akşamüzeri bekleme salonunda, hakkımda yapılacak konsültasyonun sonucunda çağrılmayı beklemeler. O sabah, evden çıktığımız andan itibaren, hastanedeki bilinmeyen kaderimize doğru giderken, üzüntümüzü içimize gömdük ve adeta dondurduk; o ilk şok, o ilk vurgun, evde kaldı; evdeki vazoda, simsiyah harika laleleri güzelliğinde, onların parlak taç yapraklarında kaldı. Biz ikimiz şimdi, tek kelime etmeden, hastanenin bekleme salonundaki deri kaplı koltuklarda, herkes gibi kaderimizi bekliyorduk ve koşuşturan insanları boş gözlerle, anlamsızca seyrediyorduk. Sanırım, bu üzüntüyü dondurma hali, içimizde kalan, kendimizin de farkında olmadığımız, o ümit etme haliydi; nede olsa, sabahtan beri, onlarca tahliller yapılmış, tomografiler çekilmişti; olur ya, belki de nazar, bir yerlerden kırılır, geçerliliğini kaybedebilirdi…
Hemşire, bizi doktorumuzun odasına götürdüğünde, işte o anda bende buzlar çözüldü; ben bu sonucu duymaya nasıl dayanacaktım? Eşim, yüzü bembeyaz olmuş bir halde, doktorun yüzüne, gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Aniden sessiz panik atağa girdim ve içimdeki fırtınayı bastırabilmek için, başımı iki elimin arasına alıp yere eğdim; gözlerimi de kapatmıştım. Ter içinde kalmıştım. Kulaklarım uğulduyor, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Doktor, bu sefer yanıma gelip, bir elini omzuma koydu ve diğer eliyle çenemden hafifçe tutup başımı kaldırdı; yüzüme baktığında ise hiçbir şey söylemese de anlamıştım, bakışlarındaki umutsuzluğun şifresini, anında çözdüm. Bu, ikinci vurgundu. Eşimin elindeki dosyalar yere düştü. Saçma sapan kâğıtlar! Onlar ne işe yararlardı ki? Kahrolasıca formlar! Yok ana adı, yok baba adı, onlarda şu şu hastalıklar varmıydı? Kaç yaşımda, kaç çocuk doğurmuşum? Sokağa fırlayıp, galiz, hiç güneş yüzü görmemiş küfürler etmek, avaz avaz haykırmak istiyordum.

Doktor, hastalığımdan emin olmak için, iliğimden kan almak istedi; böylece noktayı koyacaktı. Eşim beni, muayene odasındaki beyaz örtülü ensiz yatağa yatırdı. Hiç öyle büyük enjektör görmemiştim. Kalça kemiğime girip, ilikten kan örneği alacaktı; nedense, ilkokuldayken aşı olmaktan kaçtığımı anımsadım. Eşimin, beni kavrayan elleri ne kadar sıcaktı. Hiç acı duymadım. Hiç.
“Tam dört gün bekleyeceksiniz” dedi doktor; belki de dört asır demişti de, ben yanlış duymuştum. Eve geldiğimizde anladık, dört gün değil, dört asır demişti…

***
Sevgili duygusal okurlarım, sevinçler anlıktır diye düşünüyorum, üzüntülerde çok detaylar vardır, ben en iyisi bunlara hiç girmeyeyim. Şimdi yaşanacak güzel günler varken, üstelik bahar kapıya dayanmışken…
Hem, bütün bunlar tam 6 sene evveldi… Geldi geçti… Fırtına dindi… Ameliyatlar, içtiğim atom kapsülü, kapandığım çelik kaplı hastane odası, bir aylık radyoaktif karantina, 6 ayda bir yapılan kontroller, testler, taramalar, tahliller ve en kötüsü de, her seferinde, her seferinde, ölüp ölüp dirilmeler. Tabii ki berbat anlardı ama ben, her şeye rağmen çok şanslıydım. Şimdi inanılmaz güzellikler içindeyim. Neredeyse dört senedir yazıyorum. Hiç durmadan yazıyorum. Yarışmalara öyküler, şiirler yolluyorum ve yazmaya başladığım romanımın 300.cü sayfasındayım; son bir redaksiyonunu yapıp, iyi bir yayınevine vereceğim. Dedim ya; eşimle, çocuklarımla, yakınlarımla çok güzellikler yaşıyoruz. Yedi yaşındaki erkek torunumuzla çok iyi arkadaşız. O benim her şeyim. Bazen yemek istemediği, bitiremediği çilekli lolipopunu bana verir, ben de bu harika lezzetin tadına vararak yerim. Çilek kokulu lezzete bayılıyorum; sanki sağlıklı bir yaşam gibi, güzel tadı var. Bir de düşünün ki, yanınızda sizi çok seven torununuz var ve onunla el ele tutuşmuş, sinemadaki çocuk filmini izliyorsunuz; bilseniz, nasıl müthiş bir keyif. Sizce ben bunu hak etmedim mi?
Hayatınız mis kokulu çilekler gibi olsun.

24 Haziran 2009 Çarşamba

ZEMİN KAT

Her sabah olduğu gibi kapının kapanma sesiyle uyandığımda yine ter içindeydim. Babam, işine gitmek için evden çıkarken beni uyandırmaya kıyamazdı. Onun ne kadar dikkatle ve sessizce kapıyı örtmeye çalıştığını bilirdim ve bu yüzden ben de sanki o görecekmiş gibi uyuyor pozisyonumu hiç bozmazdım. Babamın, merdivenlerdeki hafif ayak seslerini dinleyip apartmandan çıkışını duyduktan sonra gözlerimi açardım ve bir müddet öylece yatağımdan, tavana yakın olan pencerenin önünden gelip geçen insanların ayaklarını seyretmeye koyulurdum.
Kadıköy’ün iç mahallelerindeki bu zemin kattaki daireyi bulduğumuzda, fiyatı babamın elindeki paraya ucu ucuna yetmişti; biz de fazla düşünmeden daireyi satın almıştık; böylece, hiç olmazsa kira derdinden kurtulmuş oluyorduk.
Zemin katta oturmanın sorunları üst katlara nazaran oldukça fazlaydı; hatta mukayese bile edilmezdi. Başka zemin katlarını bilmem ama bizim dairemizi sık sık sular basardı. Dikkatsiz davranan üst kat komşularımız yüzünden taşan tuvaletten pis sular evimizin döşemelerini kaplardı. Zavallı anneciğim ve babacığım bu yüzden çok sıkıntı çekiyordu.
Yattığım yerden tavan penceresine gözlerimi dikmiş, sokaktan gelip geçen insanların ayaklarını seyretmeye devam ediyordum; doğrusu hiç acelem yoktu; hem niye acelem olsundu ki? Annem zaten akşamdan evi derler toplardı, ertesi güne iş bırakmak istemezdi. Sekreter olarak çalıştığı doktor muayenehanesi karşı taraftaydı ve anneciğim haftanın beş günü vapurla karşıya geçer, Beşiktaş’ta ki işine giderdi. Babamın, dünyanın en hassas insanı olduğunu düşünürdüm hep; işte yine tekerlekli sandalyemi ve yerimden doğrulmayı sağlayabilecek bastonlarımı yatağımın başucuna koymuştu. Temmuz ayının bu oldukça sıcak geçen günü ve gecelerinde içerisi hamam gibi oluyordu, ben de sıcaktan ter içindeydim. Yüksekteki tavana yakın küçük pencereyi istediğimde rahatça açabilmem için babam, pencere kulpuyla yatağıma kadar uzanan telden yapılma basit bir düzenek yapmıştı. Yerimden biraz doğrulmaya çalıştım ve bu boğucu sıcakta içeriye biraz olsun hava gelsin diye telin yardımıyla camı açtım. İçeriye hiçbir zaman güneş girmezdi. Yola ucu ucuna parkeden arabalardan dolayı zemin katımız akşamüzerleri erkenden kararırdı. Camı açtığımda içeriye egzoz kokusuyla birlikte sokağın gürültüsü de doldu. Pencere önündeki demir parmaklılarımızın araları yine düşüncesizce atılan çerçöple dolmuştu; her şeye rağmen, içerisi biraz olsun serinlemişti. Ve içeriye dolan şehrin uğultulu sesi, uyku mahmurluğumu üzerimden atmıştı.

*

Kadıköy’deki zemin kat dairemizi almadan önce kirada oturduğumuz Üsküdar’daki evimiz benim açımdan anne ve babama çok kolaylık sağlamıştı; zira İlk ve Ortaokulun olduğu bina evimizle karşı karşıyaydı; dolayısıyla, tekerlekli sandalyem olmadan da, bastonlarımın yardımıyla, fazla da zorlanmadan okuluma kendi başıma gidip gelebiliyordum.

Ortaokulu bitirdiğimde, İzmir’in bir sahil kasabasında yaşayan amcam ve yengem bizi ailecek tatil yapmamız için evlerine davet etmişlerdi. Babam ve amcam arada bir telefonlaşırlardı, annem ve yengem de kısacık sohbetler ederlerdi telefonda. Amcamların çocukları yoktu, olmamıştı ama onlar çok sevdikleri köpekleriyle ve bu sahil Kasabasında ki dostlarıyla huzurlu bir yaşam sürüyorlardı. Anne ve babamın çalışıyor olması, benim de yarı felç halimden dolayı amcamların yaptığı onca davete karşın bir türlü onlara gidememiştik. Şimdi bu yaz aldığımız davete büyük ihtimalle uyabilecektik ve bu düşünce şimdiden benim uykularımı kaçırıyordu, heyecandan içim içime sığmıyordu. Nihayet beklenen oldu ve annem olsun babam olsun işlerini ayarlayıp, izinlerini aynı zamana denk getirdiler ve hiç vakit kaybetmeden amcamlara hem hasret gidermeye hem de tatil yapmaya gitmek için yola çıktık. Bir iki ufak valizle beraber tuttuğumuz taksinin bagajına benim tekerlekli sandalyemi de katlayıp koyduk. Terminale geldiğimizde otobüs firmasının da özürlüler için tecrübeli elemanlarının yardımlarıyla amcamlara gitmek üzere yola çıktık. Bebekliğimi saymazsak bu bizim için ilk defa yaptığımız bir aile yolculuğuydu. Otobüste giderken en önde oturmanın keyfini çıkarıp, kendi hayallerime dalıp gitmiştim; özürlü de olsam ben de sonuçta bir genç kızdım. En çok istediğim şey ise denizle kucaklaşmaktı. Sudan çıkabileceğimi hiç sanmıyordum. Babamın hava almam için beni ara sıra götürdüğü Kadıköy sahilindeki denize yakından bakmak hiç istemezdim, kirlilikten midem bulanırdı ama her zaman çığlıklar atarak gökyüzünde uçuşan bembeyaz martıları, iskelede vapurdan inen insanların koşuşturmalarını, çiçekçilerin çiçeklerini satabilme telaşlarını, gençlerin buluşmalarını ve karşılaşınca öpüşmelerini, karşı sahile gidecek olan motorcuların çığırtkanlıklarını seyretmeyi çok severdim. Ailece en çok sevdiğimiz şey ise, vapurlara binip Adalara ve Boğaza gitmekti. Denizi solumak, denizi seyretmek bütün sıkıntımızı alıp götürürdü sanki. Vapur düdükleri ve martı seslerine karışan, yoğun trafiğin ve insanların sesleri, şehir içi sahillerinin değişmez atmosferiydi zaten.

*

Tatil yolu güzel olduğu kadar sakat olan bedenime de oldukça yorucu olmuştu; yine de çok heyecanlı ve mutluydum. Bizi karşılamaya gelen amcamı tanımakta zorluk çektik; güneş yanığı teninin aksine saçları bembeyaz olmuştu. Amcamın otobüsün içine kadar girip beni kucaklaması ve otobüsten indirmesi bir oldu. Babamla annem valizlerimizi bagajdan alma sırasındayken yengem, yüzünden hiç eksik etmediği sevecen gülümsemesiyle bana ait çantamı bastonlarımı kavramıştı bile. Hep beraber onların artık nerdeyse antika olmuş kırmızı ANADOL arabalarına bindiğimizde, hal hatır sorabilmek için adeta birbirimizin ağzından laf kapıyorduk. Amcam hem arabayı sürüyor hem de bize, geçtiğimiz yollardaki gördüklerimizi anlatıyordu. Evlerine vardığımızda, önce beni tekrar kucaklayıp bahçelerindeki incir ağacının altına kurulu sedire oturtan amcam, anne ve babama yardım etti, araba boşaldıktan sonra da hepimiz tekrar birbirimizle sarmaş dolaş olduk. Çok oturmaktan dolayı ağrıyan sırtımı dinlendirmek için annemin dizine yatıp uzandım; annem ağrıyan belimi ovalarken, babam da tekerlekli sandalyemi açıp oturmaya hazır duruma getirdi. Hem sohbet edip hem de sürekli saçlarımı sıvazlayıp okşayan, omuzlarımı, sırtımı ovan annemin sayesinde biraz dinlendim ve biraz hareketin bana iyi geleceğini söyleyen babamı dinleyip yerimden doğruldum. Koltuk altlarıma sıkıştırdığım bastonlarımla yürümeye çalışıp, onlardan 20- 25 metre uzaklıktaki, sahile bakan bir taşın üzerine oturdum. Onlar sohbetlerine devam ederken ben kendimle baş başa kalmıştım. Manzara inanılır gibi değildi, denizden esen rüzgârı doyasıya içime çektim. Manzaranın muhteşem görüntüsünden ve deniz kokusunun içime yaydığı rehavetten çok fazla etkilenmiştim; kendimi, kapısı hiç kilitli olmayan ama yine de hep kafeste yaşayan, burada ise otobüsten indiğim andan itibaren azat edilmiş bir kuşa benzettim.

Büyük bir hilal gibi olan koy, irili ufaklı balıkçı teknelerini içinde barındırıyordu. Denizin biraz açığına demirlemiş, çoğunluğu beyaz renkte olan yatlar sanki nazlı gelinler gibi salınıyorlardı ve manzaraya daha da bir güzellik katıyorlardı. Oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla yol boyunca tüm sahil ve tepelere doğru olan yeşillikler bir kartpostal görünümündeydi. Evler adeta yeşilliğe gömülmüşlerdi, bahçelerden gelen ıhlamur kokuları, rüzgârın da yardımıyla denizin iyot kokusuna karışıyordu. Çok ani olan bu seyahat sonrası yaşadıklarımla adeta altüst olmuştum. Elimde olmadan ağlamaya başladım. İçimdeki ses isyanlardaydı; “Ölünceye kadar burada yaşamayı isterdim diyordum kendime; ölünceye kadar”…Elimde olmadan arkama baktım ve sanki uzaktan da olsa aklımdan geçen, yüreğime oturmuş bu kuvvetli duyguyu anlayacaklar diye korkuyla aileme baktım; onlar hasretlik içinde sohbetlerine devam ediyorlardı, biraz rahatlayıp bir daha da böyle ani kararlı düşüncelerime kendimi kaptırmamaya karar verdim; hatta, hafiften anne ve babama karşı vicdan azabı duyup utandım, öyle ya, her insanın kendi yaşam tarzı vardı, mecbur kalınan…

*

Amcam, hayatı boyunca burada yaşamış, burada evlenmiş ve burada balıkçılık yapmıştı. Bahçesinde yengemle tamir ettikleri balık ağları öbekler halinde yerlerde duruyordu. Yengem parayla ağ örüp, tamir işleri de yapıyordu. Burada ekseri yaz kış oturan, tümüyle burada yaşayan yerli halkın dışında, burayı benim gibi görür görmez vurulup artık burada yaşamaya başlayan sonradan gelme yerleşimciler de vardı. Amcamın dediğine göre her sene sayıları da hızla artıyordu.
Annemin ve babamın izinli oldukları sayılı tatil günleri adeta hızla erirken, buradaki güzellikleri kaybetme korkusu daha gitmeden içimde sıkıntı olmaya başlamıştı. Her şeyde olduğu gibi bunun da bir sonu olacaktı elbet diye düşünüp kendi kendimi teselli ediyordum. Amcamın yine hepimizi kayığıyla gezdirme teklifini o gün kabul etmedim. Gitmemize üç gün kalmıştı; onlara kendi kendime sahilde gezeceğimi söyledim; biraz tereddüt ettilerse de yengemin sözleriyle rahatlayıp beni kendi halime bırakmayı kabul ettiler; sonuçta, konu komşu herkes burada birbirini tanıyordu ve bura halkı köklü büyük bir aile gibiydiler.
Onlar gittiğinde evin kapısını kilitleyip bastonumun yardımıyla tekerlekli iskemleme oturdum ve sahil yoluna çıktım. Sabahın bu erken saatinde ortalık çok sakin ve güzeldi. Yanıma para cüzdanımı da almıştım, kıyıdaki bir çay bahçesine girdim ve yaklaşabildiğim kadar en ön sıradaki denize yakın masaya yaklaştım. Bana masalar ve sandalyeler arasından yer açıp gülümseyen gence çay ve çörek ısmarladım; daha sonra kendimi koyu mavi renkli, teknelere şıpır şıpır minik dalga seslerinin vurduğu denizi dinlemeye bıraktım, tertemiz deniz kokusunu derin derin soluyarak içime çektim. Kendimi hiç bu kadar özgür hissetmemiştim. Önüme gelen çöreğimi iştahla yerken, çayımı içerken mutlulukla, burukluğu aynı anda yaşıyordum. Martılar etrafımda, başımın üstünde uçarken, ötüşleriyle adeta çığlık atıyorlardı. Çayımdan son yudumu aldığımda oturduğum yerin iki masa ötesine oldukça yaşlı, sırtı hafif kamburlaşmış, saçları bembeyaz olmuş bir kadın oturdu. Ona dönüp baktığımda bana içtenlikle gülümseyerek selam verdi ve,
— Günaydın, dedi.
Ben de ona aynı şekilde cevap verdim,
— Günaydın efendim.
Masasının üzerine koyduğu bez torbasından yakın gözlüğünü ve gazetesini çıkarırken benimle konuşmasına devam etti; aynı zamanda, oturmaya hazırlandığı masayı bırakıp, bana en yakın masaya geçip oturmuştu bile. Yakınıma oturunca onun yakasına iliştirdiği Atatürk rozeti dikkatimi çekti.
— Bu gün fazla sıcak yok değil mi?
İskemlemin tekerleklerini hafifçe ona doğru çevirdim.
— Evet, haklısınız bu gün biraz rüzgârlı.
— Öyle olması daha iyi, fazla sıcak da çekilmiyor.
Ona verecek cevap bulamamıştım, yaşlı kadının susmaya hiç niyeti yoktu ve sorularıyla nerdeyse hakkımdaki her şeyi öğrenmek istiyordu. Amcamın balıkçı Hamdi Usta olduğunu öğrendiğinde çok şaşırdı; meğer onlar birbirlerini 40 yıldır tanıyorlarmış.. Kadın yöreye ait birçok şey anlattıktan sonra bana sorduğu soru karşısında birden afalladım.
— Peki, neden böyle hüzünlüsün sen bakayım?
Şaşırmıştım ama samimiyetle de cevabımı verdim.
— Buraları çok güzel… Ne yazık ki tatil üç gün sonra bitiyor, annemin babamın işlerine dönmesi gerekiyor.
— Ya! Peki, sen gitmesen olmaz mı? Kal sen burada; amcan da yengen de çok iyidir senin, ben bilirim onları.
— Yok, olmaz, seneye gene çağırdılar zaten. Hem benim… Görüyorsunuz işte, bakıma muhtacım.
— Niye? Buraya gelebildinse, her işini de yapabilirsin pekala!…
— Öyle ama okulum var, liseye kaydolacağım.
— A bak öyle ya, bazen kafam hiç çalışmıyor!

Yaşlı kadın, benimle sohbet etmekten gazetesini açıp okuyamamıştı. Yanlarına gelen çaycı gence tekrar çay söylerken ona da bir şey içip içmeyeceğini garsondan evvel davranıp sordum; o da gence dönüp,
— Her zamanki gibi dedi ve bana dönüp teşekkür etti..
Daha sonra ben gelen çayımı içerken o da kahvesini içmeye başladı. Bana öyle geldi ki sözlerimden o da çok etkilenmişti, burayı çok beğendiğimi anlamıştı.

— Biliyor musun? Senin durumunu yaşamıştım ben de çocukluğumda, bana o günlerimi hatırlattın… Sahi senin ismin neydi?
— Şeyma efendim.
— Şeyma! Ne güzel isim. Ben de buranın Nezahat hocasıyım… Emekli oldum… İzmir’de resim öğretmeniydim ben.

Yaşlı kadın bana doğru hafifçe eğildi ve sözlerine devam etti.
— Biliyor musun Şeyma yavrum? İnsanın uymaya mecbur kaldığı hayatlarını benim anne ve babam da yaşamışlardı gençliklerinde… Tabii çoktan rahmetli oldular… Onlar da öğretmendi benim gibi. Tayinleri çıktıkça, anneannem rahmetli beni bırakmamış onlara, rahat etsinler diye. Kıyamamış hem kızına hem ben torununa ve bizim oradan oraya sürüklenmemize; bu yüzden burada büyümüşüm işte. Ben o çocuk yıllarımda, sömestr tatillerinde anneannem ve dedemle giderdim çok özlediğim anne ve babamın oldukları yere; e tabii ayrılmalar zor gelirdi hepimize.
— Sizin yaşadığınız daha zormuş hocam.
— Biliyor musun nasıl yenmeye çalıştım ben bu duyguları? En azından nasıl hafifletmiş oldum?
Kadının anlattıkları çok ilgimi çekmişti, merakla sordum,
— Nasıl?
Nezahat hoca, bez çantasını karıştırıp içinden yarı açılmış bir kurşun kalem çıkardı ve bana doğru tuttu.
— İşte bununla!
Şaşırdığımı görünce anlatmaya devam etti.
— Dünyanın en güzel şeyi kalemdir Şeyma, bak bu sözümü hiç unutma yavrum. Kalem seni istediğin yere götürür, sana özgürlük sağlar ve önünde sonsuz ufuklar açar. Tekerlekli iskemlenin gidemediği yerlere götürür seni. En kapalı yerlerde bile oturur çizersin özlediğin resmi, kalemine boyaları ilave edersin, en güzel deniz resimlerini, şu gördüğün balıkçı teknelerini, şu martıları, şu güzelim yeşilliği, ağaçları çizersin, boyarsın! Hem sana bir sır vereyim mi Şeyma? Resmi yapıp bitirdiğinde ve duvarına astığında inanmayacaksın ama, sanki deniz kokusu dolar odana, martıların seslerini duyarsın adeta, dalgaların sesi vurur karyolana… Neyi özlersen, neye hasret kalırsan onu çizersin, boyarsın, tıpkı benim çocukluğumda anne ve babamın resmini çizdiğim gibi…
Ağlamaya başlamıştım, yaşlı kadın saçlarımı sıvazlayıp, bana kalemini uzattı.
— Al, bu kalem benden sana bir başlangıç için olsun.
Kalemi aldım, eğilip kadının elini öptüm, ona teşekkür ederken dahi kesin kararlıydım. Yaşlı kadının söylediklerini yapacaktım ama bir değişiklikle… Ben hep yazacaktım. Kurşun kalemimin o kendine has baştan çıkarıcı, şevk verici kokusu burnumdayken hep yazacaktım… Deniz kokusunu, martı çığlıklarını, yakasında Atatürk rozeti taşıyan Nezahat hocayı yazacaktım. Buraların posterlerini alıp yatağımdan görülebilecek yerlere asacaktım ama ben duygularımı yazacaktım ve günün birinde yazar olacaktım. Yaşlı kadının kalemini ise ömür boyu hayatıma yön vermesinin anahtarı olarak saklayacaktım.

18 Haziran 2009 Perşembe

BENİM KUTSAL ANLARIM


“Aynen öyle” diye düşünüyorum yazarken; “Kutsal anlar gibi.”…
Yazmak için oturduğumda değil de, yazma isteğim geldiğinde; işte o an geldiğinde, çok güzel ve çok karmaşık duygularla, tatlı bir heyecanla, çocuksu bir sabırsızlıkla, o esin anını yitirme kaygısı içinde, transa girer gibi olurum. Yazma esinlerim geldiğinde; sanki o an, kutsal mabedimde duyulan lir sesinin mistik tınısıyla, ya da içe işleyen bir ney sesinin hüznüyle dolar içim. Uçuk renkli, alabildiğine pastel bulutlar dolar içime. Mabedin güneşe durmuş vitraylarının güzelim renkli desenlerinde, beyaz bir güvercinin kanadına binip uçuşur yüreğim; sanki, zifaf kokan gelinlik tüllerimde…

Yazma tutkusu geldiğinde, hiç ağırlığı olmayan, bakir, billur bir suya girer gibi ve hiç nefessiz kalmadan en diplerde… beyaz, ılık suyun içinde oturup da, duyguları kâğıda döküp yazmak olur tutkum…yazmak işte!…

Yazma isteği geldiğinde, tıpkı ibadet ederken rüku anındaki duygularımın miraca ermesi gibi… sanki, tanrıya varış gibi; ta ki, hücrelerimin en uç noktasına kadar uyuşup da kendinden geçer gibi olurum!...
Yazarken ve konunun içine kayar gibi akarken, orada bir kadının çilesi, buram buram aşk kokan, ya da ihanet kokan birliktelikler, bir çocuğun sessiz feryadı, bir adamın gözyaşları, kırılan kalpler…hepsi gelir oturur da apak sayfalara, hepsini sahiplenir yüreğim… hepsini ayrı ayrı!

Yazı bittiğinde, sudan çıkmış balığa dönerim ben. Öyküdeki kahramanlarımın uğradığı haksızlıklardan dolayı sersemlerim, isyanlarda olurum; onlara çıkış yolu ararken tükenirim, eririm adeta. Yüreğim sıkışır, çarpıntılar olurum; onlara yapılanı hazmedemediğimden. Çocuğa atılan bir tokadı, kadına saplanan bir bıçağı, adamı ağlatan kayıpları sahiplenir duygularım. Hırsımdan dolayı yüzüme ateş basar, midem taş yutmuşum gibi kasılır, kıvranırım da bir “Oh” diyemem hiç; artık yazıyı bırakmam gerektiğinde, onları bırakamam!

Saatler, saatler geçip de zaman kayıp giderken kalemimin ucundan, yine de olması gerektiği gibi olurlar öykülerimdeki kahramanlarım. Hiç birine iltimas yapmadan, hiç hak yemeden!. Olması gerektiği gibi olmalı hepsi de!... Onları mutsuz bırakmışsam eğer, kaçışı yeğlerim kendimden. Parklarda koşarım, yağmurda yürürüm, yeme krizine girerim; çözülmek için nafilelerde. Ama onları burcu kokan aşklarında, sevinç dolu mutluluklarda bırakmışsam eğer, ferahlamış yüreğimle, bir türkü dolarım dilime ve çok sevdiğim mutfağımda, çay demleme seremonisinde dellenirim ben sevinçlerde…

7 Haziran 2009 Pazar

ŞİİRLERİM





SEVGİ

Yarenimin omzuna
Koydum başımı
Yüreğim yüreğine değdi
Mavi gömleği sevgi koktu
Ellerimi bıraktım ellerine
Huzur işte buydu…



-----------------------------------------------------------------------------


GAZEL

bir seher vakti uyandığında,
el vatanında, el yatağında
karagözlüm, yiğidim, sevdiğim
sen hiç gazel dinledin mi?...

nadasa durmuş bağrında
bin yıllardır buram buram
memleket kokulu hasretlikle
tirşe yeşili Ağu misali
çökmüş oturmuşken göğsüne
vatan özlemin, gurbetlim
sen hiç gazel dinledin mi?

yanık seste türkünün kor misali,
yüreğini dağlayıp dağlayıp yaktığı
gözyaşlarının usul usul aktığı
seni götürüp diyar diyar
bozkır yollara vurduğu!
kara gözlüm, bir tanem
sen hiç gazel dinledin mi?...

fotoğraflarda, mektuplarda
yüzüne, sesine, soluğuna
hasret kaldığım,
gurbet ellerdeki sevdiğim
sen hiç gazel dinledin mi?
bir yanık seste türkünün
yüreğin yanarken kor gibi.


------------------------------------------------------------------------------


AYRILIK

o gitti…
hiçbir şey söylemeden
hiç arkasına bakmadan
yavaş yavaş uzaklaştı…
ne bir söz, ne bir buse
arkasından baktım öylece…

ellerimi bıraktı önce
kayar gibi avuçlarımdan.
mahcup bakan gözlerine
ıslak kirpiklerine
hüzün gizlenmişti sanki…

biliyordum çoktandır onun
uzaklara olan özlemini
deniz kokulu, yosun kokulu
kimsesiz sahillere vurgun
onmaz sevdasını…

sevişirken son defa
bakışları maviye durmuştu
uzaklara tutkunluğu onun
yosun kokuluydu
sahiller boyu…

yitip giderken benden
mahcup ayrılığında
hiçbir seremoni yoktu

ne bir el sallama
ne bir veda
sevda yolları ayrılığın
yosun kokuluydu…

beyaz gömleği gitgide
hayal oldu uzaklarda.
sırtımda soğuk rüzgar
ayaklarımda diken sıyrıkları
toprağa çakılı kaldım
yüreğim üşüdü…

------------------------------------------------------------------------------

ALDANIŞ

sevgilim gittiğinde
dönmemek üzere
bende ölürüm sanırdım.

bedeni toprağa değdiğinde
dost ellerini, dost bakışlarını
yitirdiğimde
bende ölürüm sanırdım.

en iyi dostum arkadaşım sevgilim
o hep sakınanım, o hep koruyanım
onu yitirdiğimde
bende ölürüm sanırdım.

sanırdım da rahatlardım
sevinirdim, acısını duymam diye
böyle apansız hüzünler içinde
kalmam diye…sevgilim yittiğinde.


------------------------------------------------------------------------------



GÜL

çok güzel bir güldü
uzanıp kopardım
bir ses duydum sanki
ince bir sızı gibi
bir şebnem damladı elime
gül ağlamıştı sanki…



------------------------------------------------------------------------------



YILKI ATI

ne çok özlemişti özgürlüğü
hiç yükü olmadan kırbaç yemeden
geçireceği tek bir günü

yaban atları gibi
yeleleri uçuşurken rüzgârda
dörtnala koşacağı çayırları
aheste aheste gideceği yolları

ah! özgürlük bir ödül gibi….

sonunda beklediği gün geldi
ama çöküktü beli büküktü dizleri
hayallerde kaldı,
şaha kalkıp dörtnala koşmalar
yükü olmadan kırbaç yemeden

ah!özgürlük bir ödül gibi….

onu saldılar bir bozkıra
o özgür bir yılkı atı şimdi.


---------------------------------------------------------------------------


KURŞUN


şehit oldu dediler…

durdu nefesim, kesildi soluğum
yüreğimi deldi geçti
kurşun… aynı kurşun

elimde ne vardı da düştü yere
tuzla buz oldu, saplandı göğsüme
bir damla kanım akmadı
kurşun… aynı kurşun
acısı yüreğimde

günler geceler karıştı
çığlıklarım içimde yankılandı
bir damla gözyaşım akmadı
saçlarım ellerimde kaldı
bir o duvara, bir bu duvara
savruldu bedenim vura vura

şehit oldu dediler
yüreğimi deldi geçti
kurşun… aynı kurşun











SAKIZ SARDUNYALARI

yasemin kokulu dingin bir yaz gecesi
yıldızlar ışımış balkonuma ödünç
çıplak ayaklarımda taş zeminin serinliği…
aşağıdaki umarsızlığa gönülsüzken içim
gökyüzü saçlarıma değecek kadar yakın
uzansam avuçlarıma dolar yıldızlar sanki
…uzansam bir devinimlik yer
sanırsınız beni tutan balkon demirleri…ve
gece gölgesinde kalmış sakız sardunyaları…
beyaz geceliğimin etekleri uçuşurken
sanki rengi gece mavisi, derinliği lacivert
gökyüzü üzerime şavkımış ince bir tül gibi…

aşağıdaki yoksul kokulu üzgün yaşamlara karşın
böylesine boş vermişliğe sövgülerdeyken dilim
bin parça öfkeye durmuş yüreğim…ah!
yıldızlar pırıltılar içinde sanki öfkeme inat
en masum çocuk gülüşleri gibi güzel…
içlerinde tek bir tanesi yalnızca benimdi derken
dört bir yandan çocuklar çığlık çığlığa bağrıştı
ortak oldu da yıldızıma, hepsi canı gönülden
ben öldüm sevinçten… öldüm sevgiden!...
yasemin kokulu balkonlarda çocuklar salkım saçak
yarını meçhul çocuklar…yarını hiç olmamış,
yoksul sokaklardaki ceylan gözlü çocuklar…

bir yıldız kaydı gecenin lacivert karanlığında
hiç dönüşümsüz…hiç bilinmeyene doğru
ah! çocukların umut bakan gözleri
dikildi umarsızca gökyüzüne
küskün sakız sardunyalarına değen soluk yüzleriyle…
yasemin kokulu dilekler tutuldu, niyetler edildi
çocukların Tanrıya niyaz edişlerinde…
küçük avuçlarında yıldızların ışıması gibi
büyük umutlarda beklenti oldu duaları
ah! beklenti oldu duaları…

http://www.tulaycellek.com/tulay/eser1.asp?id=1643

----------------------------------------------------------------------------------


İPEKTENDİ MÜJDELER


hüzün
bir tül gibi sardı acılı bedenimi
kara çarşaflara sarılıp sarmalandım
içinden hiç azat olmayacakmış gibi…

bir hançer saplıydı göğsümde hep
çığlıklar içimde gömülü kaldı
ah! çığlıklar içimde gömülü kaldı…

kısır devinimli çırpınışlarla
umarsız dualara durdu bedenim
avuçlarım tanrıya uzandı
tanrıya ulaştı umutsuz yüreğim…

ben hiç ummazken azat olmayı
kara çarşaflar açıldı üstümden
kaydı yere sessiz bir su gibi
umutsuzluk aktı gitti
acılı bedenimden…

uzaklardan bir yerlerden duyuldu
bir bebek ağlaması…ipekten
merhem oldu gönül yaralarıma
otadı içimdeki onmaz ağularımı

müjde oldu umutlarıma apansız
ah! müjde oldu umutlarıma
bir bebek ağlaması ipekten
gül yaprağı oldu taze kokulu…

hiç ummazken ben… apansız
…apansız selli yağmurlar
yağdı üstüme, kutsal sular gibi
tanrının hediyesiydi bana sanki…

yağdı başımdan aşağı uğdu beni
yağmur uğdu, arıttı acılı yüreğimi
ah!arıttı ağulu naçar bedenimi
arıttı hüzüne yatmış kederlerimi.

tanrımın yüce huzurunda bana
bir müjde gibi bebek ağlamasında.
şükürler ediyorum tanrım sana…ve
umuda yatmış taze gül kokulu
ipekten bebek ağlamasında…